16 Temmuz 2010 Cuma

Küçük Bir Karadeniz Turu

Bu cume günü, tüm dertleri, sıkıntıları bir kenara koyarak küçük bir gezi yapmaya karar verdim. Bana tamamında katılacak bir arkadaşım ya da kesin bir güzergahım yoktu ancak Sena'nın Koç Üniversitesi'ne gidecek olması, benim de ona eşlik etmeyi istemem, yola çıkmam için yeteri kadar itici kuvvet oluşturdu.

Cuma sabahı saat 09.30'da, Sena okuldaki işlerini hallettikten sonra o arabasında, ben motorumda okulun otoparkından harekete geçtik. Kendimize Baltalimanı Sahili'ne vurup oradan Sarıyer'e kadar uzandık. Buraya kadar trafik olmasa da Sarıyer'deki ışıklar, ufak bir trafik yaratmaya yetmişti. Oradan Rumeli Feneri yoluna gittik ve ağaçların görünmeye başladığı yolda ilerledik. Havanın hafif sıcak olması, mis gibi orman kokusunun yayılmasını sağlamıştı. Biraz daha ilerledikten sonra vardığımız Koç Üniversitesi'nde Sena ile yollarımız ayrıldı: o master konusunda görüşmek için kampüse girdi, ben de ver elini Rumeli Feneri diyerek devam ettim.

Daha önce Yelken Takımı ve ailem ile birçok kere Rumeli Feneri'ne araba ile gitmiştim. Her gidişimde de mest olurum. Ancak yolda ilerlerken denizi gördüğüm ilk köşe beni hep çekmiştir. Bu sefer tek başıma olduğum için o köşede durup fotoğraf çekmeye karar verdim.



Bu köşe Boğazı uzaktan görsede, özlem gidermek isteyen gözlere gerçek bir manzara sunabiliyor. Daha önce hiç yapmadığım bir şey daha yapayım, bu yol nereye çıkıyor diye bir bakayım dedim. Şehir içinde hala rada sırada ve genellikle yokuşlarda motoru stop ettiren bir kişi olarak, bazen aşağı inmenin ve durmanın, yokuş çıkmaktan daha zor olduğunu anladım. Tekerlekler durmadan kilitleniyor, motor bir oraya bir buraya kayıyordu. Bu yolların şimdilik bana göre olmadığını ve Extreme TV de izlediğim şeylerin benim için şimdilik fazla olduğunu anladım.

Sağ salim yukarı geri çıktıktan sonra ilk defa motorumla bir fotoğraf çekeyim dedim. Sonra yoluma devam ettim. Yol çam ağaçlarının arasından uzun iniş çıkışlarla ve az virajlarla devam ediyor. Yaklaşık 5 km sonra ilk Rumeli Feneri tabelasına varıyorum.

Rumeli Feneri eski bir balıkçı kasabası. Karadeniz'in sularının Boğaz ile ilk buluştuğu nokta. Adını aldığı fener, geceleri Boğaza girmeyen çalışan gemilere göz kırpıyor, yol gösteriyor. Bir yandan yolu belirtiyor, bir yandan da yakınında bulunan kayalardan korkulması gerektiğini hatırlatıyor. Fenerin altında bulunan balıkçı barınağı ise ekmeğini denizden çıkaranların ekmek teknesini koruyor, Barınak isimli harika balık lokantasına ev sahipliği yapıyor.

Balıkçı barınağının güneyine bakınca Boğaz'ın ilk köşesi göze çarpıyor. Bu köşeyi gören denizcilier, önlerindeki yolun güçlü akıntılar ile 15 mil boyunca bu şekilde olacağını biliyor.

Normalde Rumeli Feneri'ne gidince Barınak Balık Restoranı'na oturup, mis gibi balık kavurmanın, balık köftelerin, balık sarmanın, bir de dil balığının tadına bakardım. Halbuki saat hala 10.30.. Ben de bu sefer kasabanın içinde kalmaya, köy kahvesine oturmaya karar verdim. Yerli halkın doldurduğu kahvede derin mi derin sohbetlere dalmış amcaların yanında, torunu kucağında bebek bakan dedeler de var.

Bir çay molasından sonra tekrar yollara düşüyorum. Motora bindim, kasabadan çıktım derken telefon çalıyor, bakıyorum Sena arıyor. Toplantısı bitmiş. Rumeli Feneri'ne doğru ilerlemeye başladığını söylüyor, orta bir yerde buluşuyoruz. Pazartesi iş başı yapacağından belge toplaması lazım, o okula gidiyor, ben belirsiz turuma devam etmeye karar veriyrum. Bir süre beraber gittikten sonra ayrılıyoruz, ben Kilyos'a, o Sarıyer'e dönüyor. Kilyos yolu da ormanın yeşilinden nasibini alıyor. Ablamın doğum gününü kutlamak için küçük bir mola veriyorum.

Ben küçükken annem ve babamla Kilyos ve Şile'ye günübirlik veya konaklamalı az gitmemişizdir. Günübirlik gittiğimizde sabah erkenden doldurup buzluğumuzu çıkardık yola.. Bütün gün deniz, güneş, kum, yemek, meyve, kale kazmaca derken akşamı bulur, sonra trafiğe katılıp eve dönerdik. Gün içinde yiyeceğimiz ekmeği Kilyos'un girişindeki fırından alırdık, oraya yaklaştıkça burnuma gelen ekmek kokusu beni neredeyse o günlere geri götürdü.

Konaklamalı kaldığımızda ise Kilyos Turban Tesisleri'nde uyuyuverirdik. Devlete bağlı olan bu tesisler bir süre kapalı kalmıştı, ancak şimdi tekrar açılmış, kampçılara ve otelcilere ev sahipliği yapıyor. Deniz kenarındaki bu otel, ağaçların arasında yer alıyor.

Turban Tesislerinden çıkıp, Kilyos'un içinde şöyle bir turladıktan sonra tabelalara bakıp Uskumruköy'e dalıyorum. Evlerin, çiftliklerin arasında bir süre kaybolduktan sonra ana yola geri çıkmaya karar veriyorum. Ana yola çıktıktan sonra gördüğüm manzara beni biraz güldürüyor.

Zekeriyaköy'ün içinden geçtikten sonra Bahçeköy' yaklaşıyorum. Bir tabelayı takip edip Belgrad Ormanı girişine geliyorum. Daha önce küçükken bir kere geldiğim Belgrad Ormanı'na girişin ücretli olduğunu görünce biraz üzülüyorum. Araba 8.5 TL, motor 4.5.. Biraz üzülüyorum, Belgrad Ormanı'na daha sonra, daha uzun bir süre için gelmeye karar veriyorum ve saat 12.00 gibi Bahçeköy civarında biraz dolaştıktan sonra Maslak'a doğru harekete geçiyorum.

Sabah aklımda Kilyos Bentleri'ni takip etmek vardı. Bahçeköy'de bentleri tekrar görünce aklıma geliyor. Bentleri takip ediyorum ama kendimi gene Belgrad Ormanı girişinde buluyorum. Kendime söz veriyorum: daha sonra tekrar geleceğim.

Bentlere son kez baktıktan sonra saat 12.30 gibi yola koyuluyorum.. Ana yola çıktıktan sonra okula doğru devam ediyorum ve 3 saatte inanılmaz dinlendiri ve tatmin edici yolculuğumu tamamlıyorum. Yaklaşık 90 km yapmışım, ama sanki şehir dışına gitmiş de gelmişim.. Her ne kadar Kilyos eskisine göre betonlaşmış ve şehirleşmiş olsa da hala kaçılabilecek çok güzel köşeleri var, önemli olan üşenmemek, gitmek için adım atmak..

Hiç yorum yok: