31 Aralık 2010 Cuma

Doktorla İkinci Randevu


Geçen hafta arkadşlarım ile Taksim'den eve dönerken, kaldırımın kenarından kaydım. Kaldırımın kenarından kayarken de dengemi sağlayamadım ve sağ bileğimin sağ kenarını kaldırıma çarptım, akabinde de yere düştüm..

Bileği burkuldu diye yerden kalkmaya çalıştım ancak fazla başarılı olamadım. Sağolsun Yiğit'ler beni kaldırdı da kendime gelebildim. O akşam bilek burkukluğu ile yatıp kalktım ama kahvaltıda hala kendime çok gelebilmiş, ayağımın üzerine basabilir hale gelmiş değildim. Öğleden sonra annemin ısrarları ile hastaneye gittiğimde burkuğun aslında kırık olduğunu anladık ve hemen apar topar alçıya alındık.. Meğer alt bacağımdaki ince kemiğin ucunu baya güzelce kırmışım.

Alçının asıl amacı kırılmış olan kemiğin hareketini sınırlamak, kaynaması için zaman ve sabitlik sağlamak.. Ancak şunu gördüm alçı sadece ayağın değil bütün vücudun hareketini sınırlıyor. Geçen cumartesi eve girdiğimden beri ilk defa dün tekrar doktora gitmek için dışarı çıktım. Onun dşında hayatım genelde yastıkların, koltukların ve yatakların etrafında dönüyor. Ayağımı sarkıtmam kişisel bir yasak. Şu anda indirdiğim anda zonklamaya başlıyor. Masa başında oturamıyorum, evimizin ikinci katına henüz hiç çıkmadığım gibi asansörsüz apartmanın üçüncü katında olan evimizin merdivenleri ile baya içli dışlı oldum bir iniş çıkışta..

Ama aslında zor olan fiziksel hareketsizlik değil, zihnin yanlış yöne ilerlemesi. Kırdığım kemik, bütün gece alçısız uyumama ve sabah baya sekmeme rağmen yerinden oynamamış. Eğer oynamış olsaydı veya oynatırsam ameliyat olma ve daha sonrasında komplikasyon yaşama ihtimalim var. Bense nedense bu konuda o kadar huzursuzlanmaya başlamıştım ki düne kadar, artık her kıpırtıda tedirgin, her sızı da rahatsız hale gelmiştim. Yürüyen, yelken yapan insanları gördükçe, ayakkabı reklamlarına baktıkça kafayı yer bir hale gelmiş, kesin sakat kalacağım diye kendi kendimi kandırmıştım. Nedense ikna olmuyordum.

Ta ki dün tekrar doktora gidene kadar. Dün çekilen röntgene göre, kemik sabit ve gayet güzel şekilde kaynıyor. Böyle giderse kısa zamanda evden çıkabilir, dolaşabilir hale geleceğim. Belki kısa bir fizik tedaviden sonra tekrar yürüyebilir, maymunluk yapabilir hale geleceğim. Bunu duymak benim için son zamanların en iyi haberi, yeni yıla girmek için süper bir düşünce.

Bunun dışında, ayağım kırıldığı için biraz da mutluyum. Şu ana kadar sanki hiçbir zaman hasta olmayacakmış gibi davrandım. Aklıma yatağa, eve mahkum kalmak hiç gelmedi. Yatağa mahkum kalanların neler çektiğini gördüm ama hiç hissetmedim (bu arada kabul ediyorum ki benim kırığım, başkalarının çektikleri yanında hiçbir şey. Ben oldukça şanslıyım). Hasta ziyareti neymiş, nasıl beklenirmiş, birinden bir ley rica etmek ne demekmiş bunları öğrendim. Uzun vadede yapılan planların bir gecede nasıl yıkıldığını gördüm, bir gecede bütün hesapların nasıl değişebileceğini anladım. (ekonomik, seyahat, sosyal).. Şu ana kadar iki tane seyahat planım kesin yalan oldu, grupanya kuponlarım ve tiyatro biletim yandı. Üstelik ben şanslıyım ki anlayışlı bir firmada, iyi insanların etrafında çalışıyorum, ailem bana bakıyor ve sağlık hizmeti alabilecek durumdayım.

İnsan hiçbir zaman hiçbir şeyden kesin emin olmamalı, bunu öğrendim. Ayağım kırıldığı için ne kadar üzülsem de bir o kadar kazançlıyım. Aileme, tüm arkadaşlarıma ve çalışma arkadaşlarıma yanımda oldukları için teşekkür ederim.

28 Aralık 2010 Salı

"Depo ... TL ye doluyor" Cümlesi Tedavülden Kaldırıldı

Son yapılan açıklamaya göre artık "Benim arabanın deposu XXX TL'ye doluyor mahmut Abi" cümlesi tedavülden ve Türkçe'den kaldırıldı.

Açıklamayı yapan yetkili, benzin ve mazot fiyatlarındaki son zamanlardaki değişikliklerin, bu cümlelerin tutarlı bilgiler içeremeyeceğini, insanları boşu boşuna yalan beyanlara soktuğunu, kanun olarak bunun peşinden koşamayacaklarını belirtti. Bu durumdan çok sıkıldığını bildiren yetkili, "Madem peşinden koşamıyoruz, bu yalanları bari geride bırakalım" diye tamamladı açıklamasını..

Bu açıklamanın üzerine sorulan sorulardan sıkılan yetkili, şu şekilde de asabiyetini gösterdi: "Zaten artık kim deposunu doldurabiliyor ki? Almış başını gitmiş fiyatlar.. Kimse limit hesaplamaları ile integralle kendini kandırmasın, Newton gelse bir deponun kaça dolacağını artık hesaplayamaz.."

İlerideki uygulamalar hakkında da bilgi veren yetkili, benzin ve mazot pompalarında bulunan sayı hanelerinin yakın zamanda yeterli olamayacağını, yakında benzin pompalarında fiyat kısmının 5*10^7 örneğinde olduğu gibi bilimsel gösterim ile yapılacağını belirtti. Vergilere güvendiğini belirten yetkili, değişimin kısa zamanda görülebileceğini söyledi ve başka soru kabul etmedi..

Marmot


Kuzen Coşkun: Oğlum marmot uyku tulumu aldım.
Mete: Nasıl güzel mi, extreme i kaç derece?
K: Extreme'i -27 ama siktir et onu, komforta bakacan.
M: O kaç derece?
K: Eksi beş falan.
M: iyiymiş.

Aradan bir gece geçer.

M: Dugong diye hayvan var ha biliyor musun?
K: O ne lan?
M: Deniz ineği gibi bir şey.
K: Öyle desene lan onu biliyorum.
M: Nereden biliyorsun?
K: hani nat geo kartları vardı ya oradan.. Nat geo kartım vardı allahtan..
M: Peki abi..
K: ....
M: ...
K: Oğlum Marmot da hayvan biliyor musun?
M: Ne hayvanı lan? Türkçesi ne?
K: ya böyle bir dağ hayvanı söylesene.
M: Kertenkele
K: Değil,
M: Kunduz
K: değil kürkü var
M: Kokarca
K: Kokarca olur mu lan?
M: Kürkü var lan..
K: Gelincik gibi bir şey.. Daha küçük ama..
M: Allah allah...
M: Porsuk da komik hayvan haaa..

İki çay sonra.. Bilgisayar başında..

K: Baktın mı lan marmot'a?
M: He dur bakayım..
M: Bu mu lan? Bu sincapa benziyor..
K: He sincap doğru.
(Yukarıdaki resme bakarlar, blog yazmaya başlanır)
K: Oğlum hayvanın oturuşunda bir asalet var ama ha.
M: ...
K: Oğlum hayvan budist rahiplere benziyor..
M: Bir şey söylemeyecem bu dediklerini unutmayayım diye susuyorum. Ama hastasın sen.
K: Bir tek turuncu ropdöşambırı eksik ha..
M: hastasın lan sen..

(Tam bu cümleleri yazarken kırmızı ropdöşambır yazmam üzerine)
K: Turuncu lan turuncu..
K&M: hahaha
M: hastasın oğlum sen ha..
K: Hastanın daniskası sensin lan...

Kartepe'ye Zirve

27 Aralık 2010 Pazartesi

Kırık Bir Ayak

Hayatında daha önce aklı başında haliyle kırık bir kemiğin deneyimini yaşamamış bir insan olarak sonunda başıma (ayağıma) bu da geldi.

Cuma akşamı Taksim'den eve dönmek üzere iken, kaldırımın kenarında dengemi kaybettim. Tekrar toparlayamadan da kendimi yerde buldum. Sağolsun yanımdaki kahraman yavruları beni kaldırdı ancak duruma inanmayan arkadaşlardan "Gerek yok yahu yardıma, yürürsün sen" yorumlarını da almadım değil.

Bileğim burkulmuştur mantığı ile uyunulan bir gece, yapılan bir kahvaltı ve araba yolculuğundan sonra annemden işittiğim yeterince azar ile "burkulan bileğimi sardırmaya" gittiğim hastaneden "kırılmış fibula ucu" yüzünden alçıya alınmış bir ayak ile çıktım.

Sonuç: 6 hafta alçı, 2 günlük kesin yatak, 1 haftalık ev istirahati, kemiğin kayması durumunda ameliyat, izlenecek olan sayısız film, okunacak kitap ve çalışılması gereken finaller.

Bir süre adresim belli, napıyorsun sorusunun cevabı belli, ne zaman müsaitsin sorusunun cevabı belli: "Evdeyim, napayım oturuyorum, istediğiniz zaman müsaitim"..

22 Aralık 2010 Çarşamba

Değişmek ve Değişmemek ve Gelişmek

İpek Tuğçe Bahçeci'ye ithafen,

Değişim programına giden her öğrenci gibi ben de gittiğim zaman önce baya şaşırmıştım. Amerika'ya ilk gidişimdi, ailemden 10.000 km, en yakına rkadaşımdan 3.000 km uzaktaydım. Tek başımaydım, tek bir kişiyi bile tanımıyordum ve en küçük karın ağrısı bile büyük baş ağrılarına ve sıkıntılara yol açacak kadar cahil ve yanlızdım.

Zaman içinde kendi düzenimi kurdum, yeni arkadaşlar edindim, çevremi genişlettim. Yeni hobiler edindim; siyah beyaz fotoğrafçılığımı (bence) oldukça geliştirdim. Hafta sonu kampa trekkinge gittim. Kütüphaneden düzenli kitap aldım, düşündüklerimi düzenli olarak yazdım. Yazdıklarımı okudukça değiştiğimi fark ettim. Herkes her zaman değişir aslında. Oradaki değişiklikleri fark etme sebebim ise yazarken taze duygularımı aktarıyor olmam, okurken ise eski benliğim ile okumamdı. Zaman içinde bu değişiklikler hoşuma gitmeye başladı, daha girişken bir insan olmuş, daha fazla şeye al atar hale getirmiştim kendimi.

Oradaki zamanımın dolmasına yakın bir korku sardı beni. Değişmek güzel bir şeydi tabiki, iyisi le kötüsü ile. Ama artık Türkiye'ye geri dönecektim. Geri döndüğümde, insanlar da değişmiş olacaktı pek tabi ama gene de çoğu şey aynı şekilde kalmış olacaktı. Ben sanki eski kalıplarıma aynen sığmak zorunda kalacaktım. Burada kazandığım her şey iptal olacak, yaptıklarım sayılmayacak, zaman içinde kendime kazandırdıklarımı kum taneleri gibi kaybedecektim oradan buraya taşırken. Değişmek güzel şeydi ama bu sefer değişmek istemiyor, orada kazandıklarımı aynen tutmak istiyordum. Nasıl olacaktı bu?

İlk geldiğim zamanlarda biraz zorluk yaşadım, çünkü artık evime geri dönmüştüm. En yakın arkadaşım iki oda uzaktaydı, yolda bayılsam bile gözümü evde açabilirdim, düşünmem gereken şeyler oldukça azalmıştı. Amerika'da yaptığım şeylere ayıracak zamanım azdı, hem eski hayatıma hem de orada kazandıklarıma aynı anda yetişmem neredeyse imkansızdı. Hangisini değiştirecektim? Neleri silecektim? Yenileri mi eskileri mi? O sırada beğendiklerimi yoksa yıllar boyunca yaptıklarımı mı?

Uzun zamandır bu konuda düşünmemiştim. Orada yaşadıklarıma ne oldu? Nereye gitti onlar? artık yelken mi yapıyorum yoksa trekking mi? Yeni şeylere el atıyor muyum yoksa eskilere sıkışıp kaldım mı? O sırada hissettiğim yalnızlığım esamesi var mı üzerimde? Yoksa tekrar gitsem gene sudan çıkmış balık olur muyum? Düşününce fark ettim ki insan bir şeyler kazandığı zaman eskilerini silmek zorunda değil. Belki her şeye aynı anda yetişebilecek kadar zamanımız yok ama çoğu şeyi düşünebilecek ve unutmamızı gerektirmeyecek kadar çok zihnimiz var. Bir şekilde, ikisini potada eritip birleştirebiliyoruz; hangisinden ne kadar katacağımızı ayarlayabilecek şekilde. Yılda bir kere bile trekkinge gitmek o zamanların bir etkisi sonuçta, ya da sadece bir kere olsun tek başına yolculuk etmek. Yeni şeylere el atmak o zamanların bir esamesi.. Ne unutmak ne tamamen uymak..

İnsan aslında o kadar da değişmiyor düşünüldüğünde, yaptığımız şey gelişmek aslında. Elimizde olanı tamamen silip atmıyoruz, ona yeni yollar çizip eskisini sırtımızda taşıyoruz. Gelişmek bizim üzerinde yürüdüğümüz yol iken değişmek sadece yola çıktığımız ve vardığımız noktalar arasındaki fark...

31 Ekim 2010 Pazar

Yakıt ve Enerji Teknolojileri

Daha önce söylediğim gibi bir yandan çalışıyor, bir yandan da tezsiz master öğrencisi olarak okula devam ediyorum. tezsiz master'ın normal master'dan farkıi derslerin akşam saat 17.00'dan sonra ve hafta sonları olması. Ayrıca normal master'da bitirmek için bir konuda araştırma yapıp tez yazmanız gerekiyor. Bu master'da ise öyle bir durum yok, tez hariç her şeyi yapıyorsunuz, sonra da diplomanızı alıyorsunuz. Diğer farkı da bir miktar ücret ödemeniz gerekmesi.

Benim devam ettiğim master'ın adı Yakıt ve Enerji Teknolojileri. Boğaziçi Üniversitesi Kimya Mühendisliği tarafından açılmış, nispeten yeni bir program. İncelediği konular ise enerji kaynaklarının temelleri, işlenmesi ve alternatif enerji kaynaklarının kullanımı. Enerji dalına yönelen bir kişinin ilgisini çekebilecek konular. Üstelik bir de o kişi bir yandan çalışıyor ise.

Bu program hakkında daha detaylı yazacağım, artı ve eksi yanlarıyla. Çünkü program fazla bilinmiyor ve bu programa katılmayı düşünen kişilere bu bilgileri borçluymuşum gibi hissediyorum. Şimdilik sadece linki veriyorum.
Sonradan eklenti: Bu master'dan çıkınca yüksek mühendis olamıyorsunuz ama MSc. yapmış oluyorsunuz. Yani Master of Science (Bilimin Efendisi) haline geliyorsunuz. Hani olayın sıfatını merak edenlere duyurulur.

Akıl Kübü

Akıl kübü, yaklaşık 10 cm kenar uzunlupua sahip bir kübün her yüzünün hareket ettirilebilir dokuz parçaya bölünmesi ve her yüzünün farklı bir renge bölünmesi ile oluşuyor. Kübün her üçte birlik dilimi, kübün kalanına göre kendi ekseni etrafında döndürülebiliyor.


Bir ara ben de baya uğraşmış, elimden düşürmez hale gelmiş, elimden almaya çalışanlara hınç ile bakar olmuştum. Ama tam olarak çözmem hep çok uzun bir süre alıyordu. İnsanların videolarına baktığımdan şıpır şıpır yaptıklarını görüyordum ama çözemiyordum. Ta ki Sena bana bu linki yollayana kadar.. Bir gün oturup denemem gerekecek, acaba denildiği gibi en komplike akıl kübünün bile yirmi hamlede çözülüp çözülmediğini görebilmek için..

Haberdar edeceğim. İşte çözümün linki:

26 Ekim 2010 Salı

Bir Dönüm Noktası

Uzun süredir elle tutulur bir yazamadım ama aslında yazacak çok şey oldu.

Öncelikle temel öğrencilik hayatım bir süreliğine (belki tamamen) son buldu. Boğaziçi Üniversitesi Makine Mühendisi öğrencisi olmayı bırakıp mezunu haline geldim. Artık “Okul bitince … yapacağım..” diye devam eden cümlelerimin gerçekleşme zamanı geldi, iş arama, hayat tarzında değişiklik yapma, sorumlulukların tamamen kendine dönme zamanı çattı..

Uzun süren bir yaz tatili ve “Ben ne yapacağım? Ne işle uğraşacağım? Nasıl bir işte çalışacağım?” soruları ile kendimi kemirdiğim bir dönemden sonra yaz başında başvurduğum Tüpraş’tan olumlu cevap aldım ve şu anda Tüpraş’ta üçüncü haftamdayım.

Bir yandan da Tüpraş ile Boğaziçi Üniversitesi’nin beraber yürüttüğü Yakıt ve Enerji Teknolojileri adı altındaki Tezsiz Yüksek Lisans programına başladım.. Program enerji teknolojileri ve sistemleri hakkında genel bilgi vermeye çalışıyor; ne tamamen teorik, ne de tamamen pratik. Normalde çalışmayan bir kişi için oldukça kolay bir program iken, bir yandan çalışırken yürütmek o kadar kolay olmuyor..

Rutin programım nasıl peki? Hafta içi Pazartesi ve Salı günleri 17.00-20.00 arası ve Cumartesi günü 10.00-17.00 arası Boğaziçi Üniversitesi’ndeyim. Derslerim mühendislikte. Normal günlerde ise genellikle 18.30 civarında İstanbul’un çoğu yerine varmış oluyorum. Gün içinde telefonla görüşmek zor ama gene de mesaj atmayı deneyebilirsiniz..

İşe başladığımdan beri hafta sonu etkinliklerim ise aralıksız devam ediyor.. Onlardan da kısa zamanda bahsedeceğim.

Şimdilik bu kadar,

Sevgilerle kalın…

6 Ekim 2010 Çarşamba

Türkiye'de Pankart Açmanın Cezası


Türkiye'de haklı olsanı haksız da olsanız devletin herhangi bir kurumuna karşı gelmeniz, genelde sonuçlanmız. Ya vaka uzar da uzar ya da öyle yerlere sürülür kü sonucunu anlamak bile uzun zaman alır. Ama hele bir de bir devlet şahısına karşı pankart açarsanız, yaptıklarını haksız bulursanız, onun hakkında yorum yaparsanız, alacağınız cevap tam olarak yaka paça götürülmeniz olacaktır. Hem de bağırmayın diye ağzınızı da kapayarak..


3 Ekim 2010 Pazar

Uzun bir ara ve Trilye Yarışı

Ben blog yazmayalı uzun bir ara oldu gene, en son canımın sıkkın olduğu bir anda bir anda bir şeyler karalamışım. Ama şimdi bunu kendıume telafi etme amacıyla biraz Triye Yarışı'ndan bahsedeceğim.

Trilye Yarışı Eylül'ün genelde ilk haftasında olan bir yat yarışı. Tahmin edileceği gibi içerisinde Trilye'nin de olduğu bir rota. Trilye ise Mudanya'nın tekne ile 1 saat batısındaki bir köy. Geliri heralde turizm ve zeytin bağları, şahsen ben bol miktarda turistik restoran, zeytin yağı satan teyze ve de yarış zamanı pahalılaşan otel gördüm. İnsanlar genelde "Uff çok güzel eski binaları var, çok şirin bir yer" diyor ama nedense şu ana kadar aynı fikre kapılamadım.

Aşağı Yarışı'ndan döndüğümüzden beri neredeyse hiç adım atmadığımız Korza ile bu yarışa katılmaya karar veriyorum ama önce tekneyi biraz elden geçirmek, üzerine de çil yavrusu gibi saçılmış ekibi toplamak gerekiyor.

Aşağı Yarışı'ndan dönüldüğünden beri tekneye neredeyse hiç adım atmadık. Üstüne üstlük teknenin altı da yarışa gitmeden önce yıkandığı için zehirli boyanın etkisinden tamamen sıyrılmıştı. Teknenin altını temizlemek ve yeni kat zehirli boya sürmek gerekiyor: bu yüzden Gürhan Abi ile Pendik Marina yoluna koyuluyoruz. Pendik Marina'ya giderken durumun vahimiyetini anlıyoruz çünkü normalde motorla 8.5 knot yapan tekne, altındaki tarla yüzünden 6.0 knot belki yapabilir hale gelmiş. Hele bir de teknenin altını gördüğümde ben baya şok oldum. Teknenin altı iki santim kalınlığında börtülerle kaplanmış.

Teknenin altı yıkanıp zehirli boya atıldıktan sonra geriye ekibi toplamak kalıyor. Hemen bir mesaj atıyorum, kimler hafta sonu müsait diye.. Aldığım cevap içler acısı, kimi tatile gitmiş, kiminin işi gücü çıkmış. Ortaya 7 kişi bile zor çıkıyor. Ama Orman'cığımız arkadaşları ile konuşmuş, oradan da 3 kişi gelecekmiş. Hesap kitap derken "Hallederiz yahu" diyoruz ve yarış için hazırlığımızı neredeyse tamamlamış oluyoruz.

Trilye Yarışı'nın rotası ve planlaması ise bence biraz can sıkıcı. Cuma akşamı Kalamış'tan start, Digavzing iskelede. Neandros adası sancakta, sonra ver elini Trilye. Neandros'a kadar gitmek yolu 15 mil kadar uzatıyor. Trilye ise coğrafi açıdan rüzgarsız bir yerde. Dışarda fırtına kopsa bile Trilye'ye yaklaştıkça hava birden düşüyor, fırtına sonrası sessizlikte kalabiliyorsunuz. Dönüş ise pazar günü Mudanya'dan veriliyor. Direk Kalamış olarak.. Gidişte genelde cuma gece bitiş çizgisi görüldüğü için cumartesi bütün gün "Trilye'nin bütün güzelliklerini doyasıya" yaşayabiliyorsunuz. Genelde alkol eşliğinde.

Hava durumuna baktığımda havanın biraz sert olacağını görüyorum hafta sonu için. Normalde beni biraz daha gergin yapan bu durum nedense bu sefer çok iredelemiyor. Ama az kişi, üstelik as ekibimizin eksikliğinde tekneye ayak basınca yarışın çok da kolay geçmeyeceğini anlıyorum. Herkes tekneye binince marşa basıyoruz, biraz da dışarıda dolaşalım diye. Dışarı çıkıyoruz, rüzgar göstergesi 17-20 knot arasında dans edip duruyor. Start yaklaşırken cenova ve balonları hazırlıyoruz.

Saat tam 19.00'da başlangıç düdüğü ile ileri atılıyoruz, ver elini Trilye.. Hava kuzey doğudan güzel güzel eserken Digavzing yolunu tutuyor, oradan bir tramola ile Neandros'a doğru orsa- dar apaz arası bir seyire geçiyoruz. Ben bu sırada durmadan şikayet ediyorum, teknenin en genci olmanın verdiği şımarıklık ile. Ama bana rağmen keyifli bir hava var teknede. Bir ara öne doğru gidiyorum, balonu donatayım diye. Tam burundayken denize baktığımda şok oluyorum: Burunun altında beyaz bir torpil... Aklım karışıyor, korku ile "Ulan galiba salma koptu, ama nasıl önümüze doğru gelir, batacak mıyız, ben mi yanlış görüyorum, yahu torpil kopsa nasıl önümüze geçecek, nasıl hala apaz gidiyoruz?" diye saçmalarken o nesne bir anda hareket ediyor: çok şükür yunusmuş.. :)

Adayı dönmüş, balonumuzu basmış güzel güzel ilerlerken havanın baya artmaya başladığını gördük. Bizim üzerimizde büyük sert hava balonu var, hava 25-30 arası esiyor, dalgalar büyüdükçe de hızımız artıyor. Bir ara bir baktık hızımız 19-20 gibi bir rakama ulaşmış. Tamam dedik, saat daha 21, heralde 23 gibi oraya varırırz. Her ne kadar erken konuşmayı sevmesem de bu cümleyi de sarf etmiş bulundum, biraz erken..

Bir süre daha o şekilde seyir yaptıktan sonra, havanın daha da sertlemesi üzerine balonu indirmeye karar verdik. Tam bu konuda hareket etmeye başlarkan bir baktık ki balon kendi kendine denize iniyor.. Meğer balonun mandar yakısı kopmuş, balon tamamen denize inmeye başlamış. Bunun üzerine herkes bordaya sıralandı, balık ağı çeker gibi balonu denizden almaya başladık. Bu sırada ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama balondu, mandardı derken baya yorulduğumu hatırlıyorum. En sonunda cenova ile seyir yapmaya başladık ama moraller biraz düşüktü.

Bir sürelik şoktan sonra kendimize geldik ve hadi bari küçük sert hava balonunu basalım dedik. Hava da zaten düşmeye başlamıştı. Balonu basmamız ile gene güzel bir havay girdik, gene güzel hızlar görmeye başladık.. Gene yolumuzda idik.. Bir süre öyle devam ettikten sonra Trilye Yarışı'nın en güzel kısmı başladı: Havasızlık... Trilye açığındaki burunu geçer geçmez hava aniden düştü, biz de durmadan yelken değiştirmeye başladık. Bir o yandan, bir bu yandan gelen havaya ya sabır çektik, "hadi be yarış, hadi be hava" diye diye bitiş çizgisine yanaşmaya çalıştık. Yaklaşık bir saatlik bir uğraştan sonra yaklaşık 01.00 gibi bitiş çizgisini geçtik.. Hemen tekneyi toplamaya koyulduk ki bir çabuk bira içebilelim..

Normalde bu yarış, bizim için erken bittiği için bütün cumartesi gününü TRilye'nin uçsuz bucaksız güzelliklerine ayırabildik. Tabi Trilye çok büyük bir yer olmadığı için mekanlarda "bir miktar" bekleme oluyordu. İçimizden bazıları Trilye'nin doğal güzelliklerini doyasıya gezmeyi tercih etmiş olsa da bizim tekne, canı sıkılan her erkeğin yapacağı şeyi yaptı, bir bira açtı, devamını getirdi. Öğleden sonra Mudanya'ya ödül ve açılış töreni için gitmemiz ise ayrı bir olay. Gene de bunlar akşamleyin yediğimiz karidesleri ve mis gibi rakı sofrası muhabbetini gölgeleyemedi. Gürhan Abi ve Orman'ın bir araya gelip muhabbete başlması, tadına doyulmaz bir ortam yaratıyor. Orada oturalım, burada oturalım derken gece uzadı da gitti, bütün günün stesini üzerimizden aldı. Üstüne bir de bizim takımdan insanları görüp muhabbeti koyulaştırınca, sanırım zaman mekan kavramını kaybetmek için tam bir davetiye almış olduk.

Pazar günü başlangıç hattı, Mudanya açıklarına atılmıştı. Bunun için de erken çıkmak gerekiyor. 09.00'daki start için 06.30'da kalktık (çok kolay olmadı). Kahvaltı sonrası hazırlıklar başladı. Başlangıç hattına geldiğimizde, bizi hiç şaşırtmayacak bir manzara ile karşılaştık: rüzgar her yönden az şiddette esiyordu. Sanki bütün yarış hattı çamaşır makinesine konmuş gibiydi. Herkes bir şkeilde başlangıcını yaptıktan sonra farklı rotalara ayrıldı. Biz daha çok Güney Kara rotasına takıldık. Mudanya'dan uzaklaştıkça hava Kuzey'den sertlemeye başladı, cenova küçülte küçülte sert hava seyirine iyice geçmiş olduk. Hava genelde 23-25 arası esiyor, dalgalar 1 metreyi aşmayı başlıyordu. Tulum giymemize rağmen çoktan sırıl sıklam olmuştuk.

Bulduğumuz hatta gitmeye çalışıp bol tramola ile sıkı orsa giderken, bir anda bir konuşma heyecan tufanı başladı teknede. Kafamı dönüp bakmama kalmadan arka taraftan "Ana yelkeni indirin, ana yelken yırtıldı" niraları gelmeye başladı. Bir grup ana yelkeni indirmeye çalışırken, bir grup da cenovaya koştu.. Meğer ana yelkenin üzerinde 1 metrelik bir yarık oluşmuş.. Biz indirene kadar biraz daha büyümüş.

Bütün olaylar bittiğinde, herkes sırıl sıklam ıslak, yarı donmuş, paldır küldür dalgaya giren teknede bir yere sığışmış ısınmaya çalışıyordu. Yarış bizim için erken bitmişti ama daha önümüzde dört saatlik yol vardı. Midesini tutamayanlar da oldu, gofret yiyenler de ama şunu söylemek lazım ki dünyanın en güzel seyirini o sırada yapmadık..

Adalar'a doğru yaklaştığımızda dalgalar küçüldü, rüzgar sakinlemeye başladı. Biz yelkenler ile uğraşırken baya insan bizi geçmiş: o kadar süre motor ile gitmemize rağmen Fenerbahçe teknesine anca yetişiyorduk. Orient VI ise çoktan bitiş çizgisini geçmiş, yelkenini katlamış, Pendik yoluna çıkmıştı..

Marina'ya vardığımızda hepimiz donuyor haldeydik ama teknenin işi hiç bitmez, daha yelkenler katlanacak, ana yelkenin çıtaları çıkacaktı. Baya bir süre de bunlara harcadıktan sonra tekneden inme zamanı gelmişti.

Bir Trilye Yarışı'nı daha geride bırakarak indik tekneden. Her ne kadar Trilye Yarışı'nın bazı tahmin edilen tarafları olsa da hala şaşırtmaya devam ediyor bence. Şu ana kadar katılmamış herkesin katılması lazım diye düşünüyorum. Ama üzüldüğüm konu da şu ki, eskiden böyle yarışlarda Boğaziçi Üniversitesi Yelken Takımı'ndan çok fazla insan görürdük, bu yarışta gene aynı insanları gördük (mesela Neslihan Gerek, Yiğit Gözübüyük, Sezin Yiğit), ama sayıları daha azdı ve aralarında yeni yüzler neredeyse yoktu. Sanırım bu konuda daha çok çalışmak lazım, daha çok uğraş vermek lazım...

Korza Teknesi Trilye Yarışı Ekibi.

1) Gürhan Tüker
2) Can Ergün
3) Can Yaman
4) İpek Kandıralı
5) Mete Mutlu
6) Özcan Vardar
7) Tahir Erden Öztürk
8) Pınar Buzluk
9) Caner Özkan
10) Atalay

17 Eylül 2010 Cuma

Tikaniklik

Hani bazen insana bir tikaniklik gelir ya: yapmaniz gereken bir sey vardir ama onu ertelemekten veya yapmak istemediginizden dolayi sacma sapan isler yapar durursunuz. Normalde cok caliskan bir kisi olsaniz bile, yapmaniz gereken isleri yapmamaktan dolayi tembellesmeye baslarsiniz. O is bitene kadar daha dogrusu siz o sie baslayana kadar onunuze gelen her turlu isi ya reddersiniz ya da ertelersiniz.

Bu sanki akan bir nehrin onuna cikan kucuk bir set gibidir. Siz ona karsi geldikce biri o sete tas koyar. siz daha fazla karsi koyarsiniz ama karisinizda buyuyen set sizi tikar, ilerlemenize, gecmenize, akisina gore gitmenize izin vermez. Siz ilerlemek istersiniz, ama onunuzdeki buyultulmus kucuk engel sizi hep karsi koyar. Sizin baraj golu haline gelmenize neden olur. O seti gecseniz, guldur guldur akacaksiniz aslinda, ama seti gecemiyorsunuz. Isin kotusu hep "O baraji yiksam bidi bidi..." diye cumleler kurarsiniz ama nedense o surec hakkidna hic plan yapmaz hep sonrasi veya oncesi hakkinda plan kurup fikir uretirsiniz..

O baraj onunuzdeki en buyuk engeldir ama nedense dusunduklerinizin sonucu yonunde size hic yardimci olmaz, onu dusuncelerinizden atarsiniz hatta onu dusunmek hic ama hic istemezsiniz... O hep oradadir, biri onu yikmalidir ama o siz degilsinizdir nedense.. Keske siz olsaniz o kisi: aslinda hem yetenginiz, hem de kapasiteniz vardir. Ama durgun su zor yikar bir seyleri..

Atalet lazimdi size, zamaninda o barajin kurulmasini onleyecek atalet.. Siz o atalete o anda sahip olmadiginiza gore biri size yardim etmelidir ama kimdir o.. Baskalarina bakarsiniz, ama kimdir O?

O baraj olmasa kim bilir nerede olacaksinizdir? Ati alan Uskudar'i gecti misali kim bilir nereye gelirsiniz? Ama zaten o barajlar degil midir insan hayatinin asil zorluklarini yaratan? O degil midir zor anlarin anisini yaratan? O degil midir en DOLU anlarimizi yaratan?

29 Ağustos 2010 Pazar

Bulgaristan'da Bir Dugun

Su anda Bulgaristan-Sofya'dayim. 30 Agustos tatilini bilerek annem babam ve ablam ve de tabi ki issiz gucsuz ben olarak soyle bir gezelim niyetinde Bulgaristan'a geldik.

Anne ve babamin bir is arkadasinin dugunun cumartesi aksam oldugunu biliyorduk ve gene baska bir is arkadasi Bulgaristan'in baska bir sehrinde olacakti. Biz de buna gore plan yaptik ve cuma aksami Istanbul'dan hareketle once Plovdiv, orayi cumartesi gezdikten sonra Sofya, cumartesi geceki dugunden ve Pazar gunu Sofya gezmesinden sonra Velingrad'a donmeyi planliyorduk. Oradan da Istanbul'a donecektik..

Su anda tam detayli yazamiyorum ama gezinin Plovdiv (Turkce olarak Filibe) ayagini bitirdik. Sofya'dayiz ve dugunden donmus durumdayim. Dugun hayatimda gordugum en guzel ve en eglenceli dugunlerden biri. Daha detayli anlatacagim daha sonra. Ama ayni dugunu Turkiye'de de yapabilir miyim yapamaz miyim de dusunmuyor da degilim.. Gene de soylemeliyim ki inanilmaz eglendim, dugun dediginin Damat ve Gelinin sadece terlemedigi, cok eglendigi ve yapmakta sabirsizlandigi, yaparken inanilmaz zevk aldigi, davetlilerin sadece yemek yiyip cok ictigi bir dugun olmadigini anladim. Bircok sey kulturel olarak onlara tabii olabilir ama gene de cok eglenceli bir sekilde yaptiklarini kabul etmek lazim. Bu arada Bulgar Rakisi da Turk Rakisindan altta kalir gibi degil..

Ve tabi bir dugunden cikmis normal bir insan olarak herkse sunu soylemeliyim: Her kim olursaniz olun, eger evlenecekseniz, evlendiyseniz ve evlenmeyi ve eglenmeyi planliyorsaniz size hayatta mutluluk, heyecan, sevinc, saglik ve nese diliyorum...

Sevgiler...

30 Temmuz 2010 Cuma

Asagi Yarisi

En son yazimda Asagi Yarisi sirasinda blog yazabilecegimden bahsetmistim, ama onca yorgunluk ve ugras arasinda zaman bulamadim.. O yuzden simdi kisaca ozetleyeyim (yarisin uzunlugunu dusununce yazi da uzunca olabilir)

Asagi Yarisi, Istanbul'dan baslayip Cesme'ye kadar araliksiz devam eden bir yaris.. Bu 270 deniz mili uzunlugundaki etaptan sonra Cesme ve civarindaki kucuk yarislara katiliniyor.. Yarisin ilk etabi oldukca zorlu. En az 1,5 gun surecegini dusunuyorduk ama dusundugumuzden biraz farkli oldu.

Cuma oglen tum hazirliklarimizi yapip 54 feetlik teknemizin marşina bastik.. Bogazda guzel bir hava ile aldigimiz starttan sonra Bulent Bey'in Farr 55 teknesinin arkasinda, hizla yolumuza koyulduk. Farr 55, filonin en buyuk teknesi, o onde biz arkada balonla guzel guzel gidiyorken "BAMM" diye bir ses duyduk. "heralde guy, vince oturdu" diye sesi umursamadik ama aradan 20 dakika gectikten sonra teknede dolasirken bir de baktik ki ruzgaralti carmihin birinci ve ikinci gurcata arasindaki kismi yerinden cikmis, oylecene sarkiyor.. Bir kavanca atsak heralde buyuk bela cikacak..

carmihi gorur gormez, bakalim halledebilecek miyiz diye hemen beni direge bastik... Ben sarkan carmihi cekiyorum yukari, vidali yerine oturtmaya calisiyorum ama bir turlu olmuyor.. Baska caremiz yok, balonu, ana yelkeni indirip dalgasiz yere, gerisin geriye Buyuk Cekmece sahiline gitmemiz lazim.. Yolda uyuyorum ben, "Heralde yaris bizim icin bitti" diyerek.. Cekmeceye geldigimizde Anil direge basiliyor (ben, direge rahat tirmandigim kesfedildiginden beri tirmandiriliyorum), baya ugrasiyor ama ne yazik ki halledemiyor. Ondan sonra ben bir bakayim diyorum. Bu sirada asagidan da alt carmih gevsetiliyor, bir ugras derken carmihi yerine oturtuyorum, Anil kolaylamis, ben acmis oluyorum.. Hemen yelkeni basip 4 saat geriden yarisa devam ediyoruz..

cuma gecesine yaklasirken Marmara Adasi da bize yaklasiyor.. Bu sirada nobetlese uykular ile herkesin uyanik kalmasini saglamaya calisiyoruz, ama hava az, cok hizli degiliz ve sik sik yelken degistiriyoruz. Sabaha dogru Bogaza yaklasiyoruz ve gunun uzun gececegini dusundugum icin biraz uyuyorum.. Az sonra uyandiriliyorum, havanin sertleyecegini dusunuyorlar, direge bir cikip bakmaliyim.. Tirmaniyorum, carmih ayni biraktigim gibi: saglam, siki..

Bogazda gemi trafigine dikkat ederek ilerliyoruz.. Hava fena degil, balonla kavanca kavanca gidiyoruz. Ancak bogaz cikisinda bizi supriz bekliyor: havasizlik.. Bir sure sabit durdurduktan sonra guzel bir esinti bizi de tasiyor, cumartesi oglesinde yolumuzun daha uzun oldugunu dusunerek devam ediyoruz.. Bu sirada kacta varacagimiza dair iddialar devam ediyor, benim iyimser tahminim pazar sabahi 04.30, kotumser tahminim pazar sabahi 09.30..

Ogleden sonraya dogru o guzel esinti ile bir cok tekneyi yakalayip geciyoruz, 4 saat kayip ve geriye gitmemize ragmen rakiplerimize yaklasiyoruz.. ancak saat 17.00 gibi hava gene azaliyor, uzun bir gece olacagini anliyoruz, isin kotusu teknede su azaliyor.. Ufak uykular ile idare ediyoruz, ufak yudumlar esliginde.

Hava karariken Cesme acigindaki Sakiz Adasi'na yaklasiyoruz. Cesmeye 25 milimiz var.. Gece biraz ilerliyoruz, Sakiz'a iyice yaklastigimizda hava tamamen kaliyor, ruzgardan esame yok.. ugras didin bir seyler yapiyoruz ama finishe 10 mil kala hava tamamen bitiyor.. Ekibin yarisi uyuyor, kalanimiz guvertede hababam yelken degistirmece, yuruyelim diye ugrasmaca.. Bir ara efsanevi Code 0 ile 2 knot esen ruzgarda 4 knot gidiyoruz.. rakiplerin hepsi de yakinda... yari uyur gezer bir geceden sonra sabah oluyor... Yorgunluktan oluyorum resmen.. Hava ufak ufak cikiyor, tum ekipler Cesme aciginda.. Butun rakiplerimiz dibimizde..

Finish hattinin cok yakinina kadar geliyoruz, ikinci finish verebiliriz diye dusunuyoruz.. Ama bizi icine almayan lokal bir ruzgar onumuzden 6 teknenin tren gecmesine neden oluyor.. Uzuntu yok, zaten cok avans vermistik :) ama eger direk sorunumuz olmasaydi biz de hic havasizlik cekmeyen Farr 55 gibi erkenden bitirebilirdik, orasini kimse bilemeyecek...

Marinaya girerken palamar cagiriyoruz, cunku gece akulerimizi sarj etmekten mazotumuz bitti.. Marinada palamar bizi yerlestiriyor. Saat pazar 10.00, baya iyi bir tahminmis diyorum.. Hemen viski aciliyor, ilk yudumun ve uykusuzlugun etkisi ile herkes hemen dagiliyor.. Tekneyi zar zor toplayip otele gidiyoruz, yemekten sonra da plaj...

Bu onemli etaptan sonra samandira yarislari oluyor pazartesi gunu.. Ilk yarista cok fena start almiyoruz, ancak ilk orsa samandirasini dondukten sonra cenovamizi indirirken fitil takiliyor... Ne indirebiliyoruz, ne basabiliyoruz. Zaten motor hava yaptigindan dolayi yarisa zor yetismisiz, bir de bu sekilde birakinca morallar bozuluyor.. Biz cenovayi cikarana kadar ikinci yarisin starti veriliyor.. Umutlarimiz bitiyor, marinada yuzmeye, aksam yemeginde baliga karar kiliyoruz..

Sali gunu yarisi ise Cesme'den baslayip, Alacati'daki samandirayi donup Cesme'ye geri gelmece.. Iyi basladigimiz yarista samandirayi dondukten sonra balon basiyoruz, ama balon sekiz cikiyor.. Onunla baya ugrasinca Gurhan Abi'yi kizdiriyoruz.. Ama kendimizi affettirmek icin her seyi yapiyoruz.. Gurhan Abi'nin yuzu gun sonunda guluyor, "Ulan keratalar" diyerek...

Son gun hava cok guzel bir poyrazla veda etmek istiyor.. Iki yaris var, ikisi de bol manevrali samandira yarislarii.. Butun ekip varini yogunu ortaya koyuyor, yarisin sonunda yorgunluktan olecek hale geliyor.. Ine cika bitiriyoruz yarisi.. Hemen tekneyi toplamaya basliyoruz: ekip o aksam dagilacak, ertesi gun Yigit Can, Gurhan Abi ve Orman yola cikacak.. Tekneyi toplayip, alisveris yapip, yemek yiyip, marinaya geri donuyoruz.. Teknede muhabbetten sonra odul torenine gidiyoruz.. Odul toreni Babylon'da.. (Bu arada Cesme marina hakikaten Avrupa-i olmus) belki centilmenlik odulu aliriz diye bekliyoruz, mamafih ictigimiz biralar ile geri donuyoruz.. Benim Mehmet ve Efe Can ile otobuse yetismem lazim, Mehmet ve Efe Can ise cildirdi, sakizli tatli ve kumri yiyecez diye kosturmaya basladi.. Ayni zamanda tekneyi goturecekler de gece Bozcaada icin yola cikmaya karar verdi.. Herkesle vedalastiktan sonra yola cikiyoruz yorgunlugumuz ve anilarimizla.. Bir asagi yarisi daha sona eriyor..

Su anda Marmaris'e gidiyorum ben de otobusle.. (istanbula geldikten sonra hizli bir kosturmaca ve ayni yolu geri donmece).. Her Asagi Yarisi ayri bir deneyim, ayri bir hikaye.. Firsat bulan ve yarismayi seven herkese tavsiye ediyorumm..

Korza 2010 Asagi Yarisi Ekibi:

1. Gürhan Tüker (Kör)
2. Burak Güvengez (Gügü)
3. Ipek Kandirali
4. Yigit Can Altan (Baykuş)
5. Tahir Erdem Öztürk
6. Can Dedeoğlu
7. Yasemin Akyaz
8. Efe Can Saka
9. Mustafa Ali Acar (Mali)
10. Anil Ilter (Aslan)
11. Kaan Akman
12. Can Ergün (Orman)
13. Mehmet Akdağ
14. Mete Mutlu

22 Temmuz 2010 Perşembe

Aşağı Yarışı ve Tekne Takip Sistemi

Aşağı Yarışı (Güney Yarışı), Türkiye'nin en uzun rotalı yarışı. Korza ekibinin bir üyesi olarak ben de bu yarışa katılıyorum. Yarışın ilk etabı, İstanbul-Çeşme.. Yaklaşık 270 DM.. Yani 500 Km kadar. Rüzgarın hızına bağlı olarak gittiğimiz için ne kadar zamanda oraya varacağımızı bilemiyorum.

Ama eğer yarışı izlemek istiyorsanız http://193.223.76.84/taykweb/Default.aspx adresinden takip edebilirsiniz. Benim yarışıtığım tekne IRC I sınıfında Korza.. Program baya kullanışlı ve gerçek zamanlı..

İlk etabın baya uzun süreceğine inanıyorum, sanırım aralıksız pazar gününe kadar.. Bana şans dilediğinizi umuyorum.. Tekneden blog yazmaya çalışacağım.

Şimdilik bu kadar...

Not: Daha detaylı bilgileri www.turksail.com adresinden de takip edebilirsiniz.

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Zeynepkamil Cocuk Acil

Bugun askerlik tecil islemleri icin ugrasirken pek tabiki ogle paydosu sonrasina kaldim. Cikayim, Uskudar'da yemek yiyeyim deyince saldim kendimi Burhan Felek Spor Salonu onunden Uskudar'a dogru.. Yolumun ustunde Zeynep Kamil Cocuk Hastanesi.. Aklimda kucukken ki bir anim geldi..

Yasim heralde uc veya dort. Evde bir kosede "bozuk para koleksiyonum" var. Onlarla oynuyorum. Tabi o pis paralar uslu uslu da durmuyor, havaya atip tutuyorum, agzimda yuvarliyorum: her turlu cirkinligi yapiyorum. babam yurt disinda, annem icerde komsu ile oturuyor.

Birden paranin biri bogazima kaciyor, oksurmeye, bogurmeye baslayinca annem bizim odaya daliyor. paralarla oynadigim belli, nefes alamadigim belli, hemen elini agzima sokup cikarmaya, kusturmaya calisiyor. Bakti olmuyor. Suratim morarmaya basliyor. Hemen beni banyoya goturup ayaklarimdan tutup bas asagi salliyorlar. Para acayip sikismis bana misin demiyor. Hala kurtulamayinca taksiye bindikleri gibi Zeynep Kamil Cocuk Hastanesi.. O zamanlar Kosuyolu'nda oturuyoruz, hastane baya yakin..

Hastanenin kapisinda tekrar duruyoruz, ben hala nefes alamiyorum dogru duzgun. Tam kapida iki buklum olup midemde ne varrsa cikariyorum.. oh be diyorum, annem bakiyor, yerdeki yiginin ortasinda bir de madeni para :)

Hastanenin kapisindan aynen eve donuyoruz ve cocuklugumdan kalan cok az sayidaki anilardan biri aklima kaziniyor. Zeynep Kamil denince aklima bu olay, Acibadem deyince de dikislik yaralarim geliyor aklimda.Isin komigi cocuklugumdan kalan anilarin cogu hep yarali bereli hikayeler: en net hatirladiklarim, en canli olanlar. Biraz yaramazdim, dogru...

16 Temmuz 2010 Cuma

Küçük Bir Karadeniz Turu

Bu cume günü, tüm dertleri, sıkıntıları bir kenara koyarak küçük bir gezi yapmaya karar verdim. Bana tamamında katılacak bir arkadaşım ya da kesin bir güzergahım yoktu ancak Sena'nın Koç Üniversitesi'ne gidecek olması, benim de ona eşlik etmeyi istemem, yola çıkmam için yeteri kadar itici kuvvet oluşturdu.

Cuma sabahı saat 09.30'da, Sena okuldaki işlerini hallettikten sonra o arabasında, ben motorumda okulun otoparkından harekete geçtik. Kendimize Baltalimanı Sahili'ne vurup oradan Sarıyer'e kadar uzandık. Buraya kadar trafik olmasa da Sarıyer'deki ışıklar, ufak bir trafik yaratmaya yetmişti. Oradan Rumeli Feneri yoluna gittik ve ağaçların görünmeye başladığı yolda ilerledik. Havanın hafif sıcak olması, mis gibi orman kokusunun yayılmasını sağlamıştı. Biraz daha ilerledikten sonra vardığımız Koç Üniversitesi'nde Sena ile yollarımız ayrıldı: o master konusunda görüşmek için kampüse girdi, ben de ver elini Rumeli Feneri diyerek devam ettim.

Daha önce Yelken Takımı ve ailem ile birçok kere Rumeli Feneri'ne araba ile gitmiştim. Her gidişimde de mest olurum. Ancak yolda ilerlerken denizi gördüğüm ilk köşe beni hep çekmiştir. Bu sefer tek başıma olduğum için o köşede durup fotoğraf çekmeye karar verdim.



Bu köşe Boğazı uzaktan görsede, özlem gidermek isteyen gözlere gerçek bir manzara sunabiliyor. Daha önce hiç yapmadığım bir şey daha yapayım, bu yol nereye çıkıyor diye bir bakayım dedim. Şehir içinde hala rada sırada ve genellikle yokuşlarda motoru stop ettiren bir kişi olarak, bazen aşağı inmenin ve durmanın, yokuş çıkmaktan daha zor olduğunu anladım. Tekerlekler durmadan kilitleniyor, motor bir oraya bir buraya kayıyordu. Bu yolların şimdilik bana göre olmadığını ve Extreme TV de izlediğim şeylerin benim için şimdilik fazla olduğunu anladım.

Sağ salim yukarı geri çıktıktan sonra ilk defa motorumla bir fotoğraf çekeyim dedim. Sonra yoluma devam ettim. Yol çam ağaçlarının arasından uzun iniş çıkışlarla ve az virajlarla devam ediyor. Yaklaşık 5 km sonra ilk Rumeli Feneri tabelasına varıyorum.

Rumeli Feneri eski bir balıkçı kasabası. Karadeniz'in sularının Boğaz ile ilk buluştuğu nokta. Adını aldığı fener, geceleri Boğaza girmeyen çalışan gemilere göz kırpıyor, yol gösteriyor. Bir yandan yolu belirtiyor, bir yandan da yakınında bulunan kayalardan korkulması gerektiğini hatırlatıyor. Fenerin altında bulunan balıkçı barınağı ise ekmeğini denizden çıkaranların ekmek teknesini koruyor, Barınak isimli harika balık lokantasına ev sahipliği yapıyor.

Balıkçı barınağının güneyine bakınca Boğaz'ın ilk köşesi göze çarpıyor. Bu köşeyi gören denizcilier, önlerindeki yolun güçlü akıntılar ile 15 mil boyunca bu şekilde olacağını biliyor.

Normalde Rumeli Feneri'ne gidince Barınak Balık Restoranı'na oturup, mis gibi balık kavurmanın, balık köftelerin, balık sarmanın, bir de dil balığının tadına bakardım. Halbuki saat hala 10.30.. Ben de bu sefer kasabanın içinde kalmaya, köy kahvesine oturmaya karar verdim. Yerli halkın doldurduğu kahvede derin mi derin sohbetlere dalmış amcaların yanında, torunu kucağında bebek bakan dedeler de var.

Bir çay molasından sonra tekrar yollara düşüyorum. Motora bindim, kasabadan çıktım derken telefon çalıyor, bakıyorum Sena arıyor. Toplantısı bitmiş. Rumeli Feneri'ne doğru ilerlemeye başladığını söylüyor, orta bir yerde buluşuyoruz. Pazartesi iş başı yapacağından belge toplaması lazım, o okula gidiyor, ben belirsiz turuma devam etmeye karar veriyrum. Bir süre beraber gittikten sonra ayrılıyoruz, ben Kilyos'a, o Sarıyer'e dönüyor. Kilyos yolu da ormanın yeşilinden nasibini alıyor. Ablamın doğum gününü kutlamak için küçük bir mola veriyorum.

Ben küçükken annem ve babamla Kilyos ve Şile'ye günübirlik veya konaklamalı az gitmemişizdir. Günübirlik gittiğimizde sabah erkenden doldurup buzluğumuzu çıkardık yola.. Bütün gün deniz, güneş, kum, yemek, meyve, kale kazmaca derken akşamı bulur, sonra trafiğe katılıp eve dönerdik. Gün içinde yiyeceğimiz ekmeği Kilyos'un girişindeki fırından alırdık, oraya yaklaştıkça burnuma gelen ekmek kokusu beni neredeyse o günlere geri götürdü.

Konaklamalı kaldığımızda ise Kilyos Turban Tesisleri'nde uyuyuverirdik. Devlete bağlı olan bu tesisler bir süre kapalı kalmıştı, ancak şimdi tekrar açılmış, kampçılara ve otelcilere ev sahipliği yapıyor. Deniz kenarındaki bu otel, ağaçların arasında yer alıyor.

Turban Tesislerinden çıkıp, Kilyos'un içinde şöyle bir turladıktan sonra tabelalara bakıp Uskumruköy'e dalıyorum. Evlerin, çiftliklerin arasında bir süre kaybolduktan sonra ana yola geri çıkmaya karar veriyorum. Ana yola çıktıktan sonra gördüğüm manzara beni biraz güldürüyor.

Zekeriyaköy'ün içinden geçtikten sonra Bahçeköy' yaklaşıyorum. Bir tabelayı takip edip Belgrad Ormanı girişine geliyorum. Daha önce küçükken bir kere geldiğim Belgrad Ormanı'na girişin ücretli olduğunu görünce biraz üzülüyorum. Araba 8.5 TL, motor 4.5.. Biraz üzülüyorum, Belgrad Ormanı'na daha sonra, daha uzun bir süre için gelmeye karar veriyorum ve saat 12.00 gibi Bahçeköy civarında biraz dolaştıktan sonra Maslak'a doğru harekete geçiyorum.

Sabah aklımda Kilyos Bentleri'ni takip etmek vardı. Bahçeköy'de bentleri tekrar görünce aklıma geliyor. Bentleri takip ediyorum ama kendimi gene Belgrad Ormanı girişinde buluyorum. Kendime söz veriyorum: daha sonra tekrar geleceğim.

Bentlere son kez baktıktan sonra saat 12.30 gibi yola koyuluyorum.. Ana yola çıktıktan sonra okula doğru devam ediyorum ve 3 saatte inanılmaz dinlendiri ve tatmin edici yolculuğumu tamamlıyorum. Yaklaşık 90 km yapmışım, ama sanki şehir dışına gitmiş de gelmişim.. Her ne kadar Kilyos eskisine göre betonlaşmış ve şehirleşmiş olsa da hala kaçılabilecek çok güzel köşeleri var, önemli olan üşenmemek, gitmek için adım atmak..

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Telefon Klübesi İçinde Yaşamak.

Sabah kalkıyorum. Telefonumu açıyorum. Birkaç kişi aramış oluyor. Mesajlara cevap veriyorum. Arayanları bazen geri arıyorum. Çay koyup kahvaltıya oturuyorum. Telsiz ev telefonu çalıyor. Arayan babam. ona cevao veriyorum, kahvaltı ederken. Havadan sudan konuşuyoruz. Duşa giriyorum. Uzaktan bir telefon sesi: arkadaşım arıyor, kaçta geleceksin diye, ama haberim yok daha, apar topar duşumu tamamlıyorum. Maillere bakıyorum, genne bir şeyler gelmiş ama içi boş.

Evden çıkmadan önce son telefon konuşmalarımı yapıyorum: Nerede, kaçta olacağımı bildiriyorum. Kaskımı takıyorum, montumu giyiyorum. Telefon tekrar çalıyor, kaskı çıkarmadan, kan ter içinde konuşmaya çalışıyorum. Arayan aynı arkadaşım, 10 dakka geç kalacağını söylüyor, 1 dakika telefonda konuşuyoruz.

Motora biniyorum ama yarıştığım tekneden biri arıyor. Cevap veremiyorum, ama içim gene huzursuzlandı. İniyorum motordan, bütün ekibe aynı anda mesaj atıyorum, hepsine ulaştığını öğreniyorum. Arkadaşım tekrar arıyor, biraz daha geç kalacakmış ve başka bir yerde buluşmalıymışız, mont pantalon terleye terleye yürüyorum.

Gün içinde aramalar, mesajlar devam ediyor. Sıkılıyorum, telefonu hiçbir zaman direk açamaz kale geliyorum. Önce bir susturuyorum, biraz düşünüyorum, sonra açıp cevap veriyorum. Böyle böyle devam ediyor.

Akşam eve geliyorum. Pijamı giyiyorum, Allah'tan cebi var pijamanın, yoksa telefonu nasıl taşıyacağım. Mesaj geliyor, aylık mesaj paketim dolmuş. Çok şükür hala sınırsız konuşma hakkım var, sınır sadece ben.. Son konuşmalarımı yapıyorum, Sena'ya iyi geceler mesajı atıyorum, telefonu kapatıp yatıyorum. Ertesi gün aynı şey devam edecek, tatile çıksan da edecek, çıkmasan da. Üstelik ben çalışmıyorum bile.. Nasıl oluyor anlamıyorum?


Sadece ben değilim böyle olan. Herkes böyle. Eskiden evden çıkmadan önce ev telefonunu kullanır, tam saatini ve yerini belli eder, sonra geç kalmadan oradan olurdum. Cep telefonum olunca satma ve satılma şansım artıyor. Arkadaşım konuşurken onu dinlemek yerine başkasına mesaj atma lüksüm oluyor. Telefon kartını taşımak yerine telefon sahibi olabiliyorum: şarjı olduğu sürece.. Her yerden mail bakıp, cevap yazabilirim, ama sadece görüp bakmayabilirim de. Eskiden telefona cevap veremeyebiliyorduk, mektup ulaşmayabiliyordu. Artık kaçma şansımız yok, atılan maili okumak, çalan telefonu cevaplamak bir şart.

Eskiden arada sırada telefon klübelerine girer, biraz terler, azıcık konuşur çıkardık. Farkında değiliz ama yıllar önce girdiğimiz telefon klübesinden çıkamadık hiç, hep oradayız, hep aranıyoruz, arıyoruz, ve hep terliyoruz. Telefonu vücudumuza yerleştirmeye çalışan bilim adamları var, ama telefon zaten kafamızın içine yerleşmiş, öyle ya da böyle..

23 Haziran 2010 Çarşamba

Mezun Olmak

Geçen hafta derslerim ve vereceğim bütün ödevlerim bittikten sonra pratik olarak mezun olmuştum. O sırada bitirme ödevi, onun raporu, makinesi, sunumu, başka derslerin raporları, o bu derken baya karışmıştı hayatım ama gene de topllaya topallaya alın teri ile gidiyordu.

Meğer kağıt üzerinde mezun olmak çok daha zormuş aslında bazı kişiler için. Öncelikle ilişik kesme belgesi ile uğraşıyorsunuz. Aldığınız bir kağıt parçasını revir, yurtlar müdürlüğü, kayıt işleri, bölüm başkanı gibi bir ton yere koşturmaca içinde imzalatmanız gerekiyor. İşin komiği bunların içinde bir de BÜMED var. BÜMED'e kadar inip, sonra o sıcakta geri çıkmanızın tek sebebi BÜMED'in sizi avlamak istemesi ve İlişik Kesme formunun sizi ayağına kadar çağırabilecek güzel bir silah olması. İşin diğer yanı da bu hafta üye olursanız 200 TL ve sonraki her sene gene 220 TL gibi bir para verecek olmanız. Ama bu hafta üye olmazsanız, üye olmak istediğinizde 1100 TL gibi bir para rica etmeleri. Allah'tan orada size bar kurmuşlar da soğuk su içebiliyorsunuz. (Ya şimdi ya asla ayağına yatmaları bir garip tabi)

Diğer yandan diploma için para vermeniz gerekiyor. Yıllarca oku, didin, çalış, sonra elinize geçecek kağıt için de gene para ver. İşin kötüsü o parayı vermeden diplomanızı alamadığınız için dört sene de ha okumuşsun ha okumamışsın durumuna geliyorsunuz. Yani paşa paşa (şu anda ne kadar olduğunu bilmediğim o parayı) vereceksiniz, vermeme lüksünüz yok.

Diyelim ki diploma parası verdiniz, tabi diplomayı almak, kep atmak isteyeceksiniz. Herkes cüppe giyip dolaşmak ister okulda son kez. Ee tabi herkesin cüppesi olmadığı için cüppe kiralamanız lazım. Şanslıyız ki okul bize bu olanağı sağlamış, bir haftalık cüppe kiralama karşılığında sizden 90 TL alıp size 50 TL geri veriyor. Aradaki fark ise eskime parası imiş. Artık giyenler nasıl giyiyor bilemiyorum ama her sene cüppe alınmasını gerektirecek kadar eskitiyor heralde.

Ve son olarak tabi balo var. Balo, okulun bahçesinde verilen içkili yemek.. Aslında güzel bir ortam, herkes süslenecek, edecek, güzel güzel dolaşacak. Pek tabi Boğaziçi Üniversitesi mezunu olarak orada da bir miktar para harcayacağız, 100 TL kadar.. İşin garibi bu parayı Boğaziçi Üniversitesi hesabına BAĞIŞ adı altında yatıracak olmamız. Bu kadar çok kişinin, bu bağışı gönüllü olarak yapıp yapmayacağını heralde kimse bilemeyecek.

Bundan daha önce olan bir olayı daha yazayı son olarak, o da yıllık fiyatları. Hani o kadar okuduk ya, bir anımız olsun isteriz tabi.. Yıllığa verdiğimiz 50 küsür TL ve fotolara verdiğimiz 45 küsür TL helal-i hoş olsun tabi..

Bu okulda bunca sene okumuş birçok kişi heralde bu paraları verebilecek durumdadır. Ancak bütün bu işlerin bir duygu sömürüsü haline getirilmesi ve mezun olan kişilerin son bir gelir kapısı olarak görülmesi bence doğru değil. Ben bu işler olmasın, balo iptal edilsin, cüppe giymeyelim demiyorum. Ama okulun bu uslübü bence bu okula yakışmıyor. Bu paraları veremeyen arkadaşların da gider ayak bu şekilde üzülmesi ise bence doğru değil.

Google'ın Yasaklanması

Az önce başka bir konuda Blog yazacakken hadi bir de resim ekleyeyim dedim. Ekleyceğim resmi de internetten bulmam gerekiyordu. Doğal olarak insanin eli Google Images'a gidiyor. açtımi arattım, baktım, bekledim bir daha baktım, resim mesim çıkmıyor hiç. Sonra aklıma dank etti gene her çalışmayan Google sayfasında dank ettiği gibi.. Bizimkiler yasaklamıştı Google'ı Türklere...

Mümkün tabi hala oradan burada DSL'ler bul, oraya gir falan filan ama insana koyuyor birazcık böyle bir şeye zorunlu bırakılmak. "Siz kendiniz düşünemezsiniz, biz sizin ne düşüneceğinizi seçeriz" denmek, birinin size "Aman bakma sakın ha" demesi, koca koca dünya size gülerken sizin arkanızı dönüp hiçbir şey yokmuş gibi yaşamaya zorlanmanız.. Biraz komik aslında, tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış konumunda olmak..

He bir de yakında DSL'le giriş yapanları tespit edip onlara küfür dolu bir mail atacaklarmıymış mı neymiş.. Yakında onu da göreceğiz..

22 Haziran 2010 Salı

Yollarda Süzülmek...

Uzun zamandır düşüdnüğüm, hayalini kurduğumi korktuğum ve merak ettiğim bir şey vardı: motosiklet sahibi olmak, şehir trafiğini atlatmak, hop diye motora atlayıp bir yerlere uçmak, dağlık yollarda motorsiklete binmek ve arabanın içine kapalı kalmaktan kurtulmak. Yeterince ısrar ve iknadan sonra annem, babam da heralde biraz da benden illallah ederek bana bir motor aldılar. Sağolsunlar, ben de onları çok severim..

İlk anda biraz korkutucu bir şey motosiklet sürmek: yıllarca bisiklet, sonra araba sürdükten sonra insanın sanki en baştan öğrenmesi gerekiyormuş gibi geliyor. Rahat rahat araba sürerken bir anda bir aleti 10 metre yolda 40 kere stop ettirmek insana zor geliyor, "Ne zaman ayağımı koyacağım?", "Ne kadar yavaşlamak lazım?" gibi düşünceler insanı yoruyor.

Biraz alışıp da motorun üstünde rahat durabildikten sonra başka dertler gözükmeye başlıyor. Dışarıda hava 35 derece iken mont, eldiven, kot giymek; şorttan ve ince t-shirtten vazgeçmek insana biraz zor geliyor. Hele bir de babanız arabasını kullanmanıza izin veriyorsa "Mis gibi klimayı bırak, güneşin alnında yan" diye içinizden minik minik söyleniyorsunuz.

Ancak bunlar en başta yaşadığınız alışamama dönemi şikayetleri: ben de içimden geçirdim, ben de şort giymeyi özledim. Ama hiçbir şey ilk görüldüğü gibi değildir ya hani, içi de tanıdıkça değişiyor.

Birincisi o artık sizin motorunuz, sizin sihirli halınız, uçan süpürgeniz. Ona sarılıp süzülüyorsunuz yollarda, şehir dışına çıktığınızda nerede kekik yetişir, nerede çam ormanı var, neresi serin, nerede deniz kokusu başlıyor öğreniyorsunuz. Deniz kenarına yaklaştıkça havanın rüzgarlı mı nemli mi olduğunu anlıyorsunuz. Dış etkenlere açık olmak derler hem motorun dezavantajına ama dış etkenlerle beraber olmak da avantajı diğer yanda. Motora bindikten sonra ilk defa arabaya bindiğimde anladım bunu: evet, klima var, süper serin yapıyor, ama uçan bir kutuda gidiyorsunuz kafesteki hayvanlar gibi... Aranızda kirli bir cam var dünya ile...

Bu işin tabi trafik, yakıt ekonomisi, park kolaylığı gibi birçok yönü de var ama unutmamak lazım ki motorsiklet her şeyden önce insanı özgürleştiriyor, birey olduğunu, yolda ilerleyen bir kutu olmadığını hatırlatıyor.. İnsanı diri tutuyor...

Bu konuda daha çok yazacağım sanırım, yazmak için gezeceğim, gezmek için yazacağım..

14 Haziran 2010 Pazartesi

Sanırım Mezun Oldum.


Daha önce söylediği gibi Boğaziçi Makine Mühendisi öğrencilerinin mezun olabilmeleri için ME 492 kodlu Proje dersinden geçmi,ş olmaları, elle tutulabilir bir projeyi ortaya koymaları gerekiyordu.

Benim de Mert Beşken ile yaptığım projede amacımız 10 cm su dalgası ile suyu 1 metre yukarı basmak ve her dakika 0.5 lt lik bir pet şişe doldurmaktı. Tabi pompayı yapmak yetmiyordu: dalga yap, pompayı sabitle, sunum yap, rapor yaz... Sanırımım makine mühendisliği insanların düşündüğü kadar kolay değil.

Uzun zamanlık uğraştan, sabahlamalardan ve efordan sonra, tam da son gün projemizi çalıştırmqayı başardıki raporumuzu yaptık ve 10 dakikak önce de sunumumuzu bitirdik. Bütün finallerimin de bittiği düşününce sanırım mezun olmamam için hiçbir neden yok. Yani sanırım mezun oldum...

(Bu arada hala sunumları devam eden arkadaşalara kolaylıklar gelsin, az kaldı, hepimizin ki bitecek)..

8 Haziran 2010 Salı

Enerji Tüketimi ve Alternatif Enerji Kaynakları

Bir süredir enerji harcamalarımız, gelecekteki enerji kaynakları, şu anda kullandığımız enerji kaynaklarının sürdürülebilirliği, nükleer ve yenilenebilir enerji kaynakları hakkında takıntı şekilde konuşup düşünüyordum. Aklımdan durmadan enerji ağına bağlı olmayan evlerin sistemleri, su artıma yöntemleri, elektrik harcamalarını azalatma yöntemleri ve elektrik üretimi geçiyor, su harcamalarını nasıl kısarım diye düşünüyordum. Evet, biraz takıntıya ulaştığı doğru ancak bence herkesin oturduğu yerden "Rüzgar enerjisi kullansak her şey çözülür", "Nükleer kesin çözüm" demesinden bence daha iyi. İnsanların, harcamalarını kontrol altına almadığı sürece mevcut enerji ve su kaynaklarının hepimize yetmeyeceğine anlaması lazım bence. Teknede nasıl dikkat ediliyorsa, aynı şekilde evde dikkat edilse, inanılmaz fark yaratılır.

Aşağıda linkini verdiğim video ise başka bir konu hakkında. Herkesin dilinden düşmeyen "Petrol bitecek, araba kullanamayacağız" kanısında başka bir bakış açısı getiriyor. Bir izlemenizi tavsiye ederim. En çarpıcı sözü ise "Taş devrinin bitmesinin sebebi taşların bitmiş olması değil, taşın yerine daha iyi bir şey bulmuş olmamız. Ben aynısının petrol için de olacağına inanıyorum."

6 Haziran 2010 Pazar

Korza Ekibi Totem Yapti..

Daha önce pek fazla badire (salma kopması, dümen palası kopması x2, baş ıstralya kopması, vs) atlatmış olan Korza artık tekneye totem yapmaya, işini sağlama bağlamaya karar verdi.

İlk başta nasıl yapacaklarını bilemeyen ekip, kurşun mu döksek yoksa ezan mı okusak diye düşünürken akıllarına hemen Kızılderililerin ağaca oydukları, hayvan şekilli totemler geldi, Kızılderililer bu totemleri kötü ruhları kovmak, abdest almadan şanssızlığı gidermek için kullanıyordu.


Korza'nın direği ahşağ değil de karbon olduğu için direğe totem çizme, kazıma olayı ne yazık ki yattı. Ama daha sonra ekip kendine bakıp, yaptıkları muhabbetleri düşündükten sonra, bizden iyi kalas mı olur, bizden başka kim hayvana benzer dedi ve sırt sırta çıkarak görevi üstlendiler. Önce iki kişi ile deneme yapan ekip, anında teknenin temellerinde bir sallantı, bir rahatlama, bir hafifleme hissetti.


Ancak ekip, iki kişi ile böyle bir sallantı olduysa acaba üç kişi ile neler neler başarırız dedi ve işi sonuna kadar götürüp "Kış kış cinler kış kış, yallak cinler yallah" diyerek işe koyuldu ve totemi üçledi.


Tam o anda, Korza'da döşemeler oynamaya, sudan köpükler çıkmaya başladı. Direk fırlayıp yerine geri oturdu. Yıllardır orayı mesken bilmiş, cin, gam, çapariz ne varsa hepsi çıkmak, kaçmak zorunda kaldı..

3 Haziran 2010 Perşembe

Tidying Up Art

Bir kisminiz daha once TED.com ile tanismis olabilir, tanismayanlara kisaca ozetliyim: TED, kendi alaninda uzman konusmacilarin kendilerini ifade edebilmeleri, calismalarini tanitabilmeleri, seslerini duyurabilmeleri icin ortam olusturan bir kurulus. Konular, sosyal sorunlardan ekonomik sikintilara, yeni buluslardan bilimdeki gelismelere kadar degisiklik gosteriyor. Bazi konular cok guldurebilirken, digerleri de cok dusundurebiliyor. Asagida gulduren videolardan bir ornek veriyorum; Ursus Wehrli sanati derlemeye toparlamaya karar vermis, cok degisik bir bakis acisi getirmis sanata..

2 Haziran 2010 Çarşamba

Kirk Kez Dersen Olurmus..

Gecen hafta motor almayi planlayan cok sevgil Mert Yasar, bu haftaya biraz akli karisik olarak girmisti. Bir ara ortalarda "Motor mu alsam, Tofas Kartal mi?" diye dolanan Mert soyle devam ediyordu: "Kucuklugumden beri hep Kartal'im olsun istedim, o dokuk hoparlorlerden gelen mezdeke sesi beni hep cekti, hele bir de baskasi kullanirken bagajda uyumak, her frende yeni bir heyecan yasamak gibisi yok.."

Uzun sure dusunup, iki gece uyumayip, test suruslerine ve uykularina ciktikan sonra sonunda kararini veren Mert, motor almaya karar verdi, ve hatta dahasi da fazlasi ile MOTOR ALDI...

Iki haftada motor almaya karar veren ve BUGUN ALAN, Mert, gelecekteki planlarinin caddeleri turlamak, kizlara laf atmak ve hatta belki de on tekeri kaldirmak oldugunu soyledi.. Kim bilir, belki bir cilginlik yapip yazlik mont, hatta daha da otesi kask ve ehliyet de alir...

Mert Yasar, seni severiz, sayariz, uslu dur, adam gibi motor kullan, kaza bela yapma, hayirli gunler yasa.. Gule gule kullan kardesim...

1 Haziran 2010 Salı

Final Zamani

Bu aralar Bogazici Universitesi'nde final zamani. Saat 09.45 oldugunda herkes kosturmaya basliyor, sular, caylar, kahveler alinip sabaha kadar kapanmamis gozler, yari uyur vaziyetten ayilmaya calisiyor. Sinava girenlerin bir kismi elini kolunu sallaya sallaya geliyor: ya dersle hic alakasi yok, ya da butun notlari emmis bitirmis. Bir kismi ise hala elinde bir kagit parcasi, bir fotokopi, bir kitap, sinava girene kadar ne kapsam kardir diyor.



Finalden cikanlar da ayri bir izlemelik. Bir kismi hala sinavi tartisiyor, sanki butun sorulari butun islemleri ezberlemis, hatta herkes de kendisi gibi yutmus tum sinavi da soruyor da soruyor, bu neydi, su neydi diye. Halbuki ayni ezberleme yetisini gosterse sinavdan once, biri gelip ona soracak. Baska bir bolum cok "cool" takiliyor, sinav bitmis onlar icin.. Halbuki onlarin ucuk ucuk olma zamani notlar aciklanirken, ya tepeye oynuyor, ya da gecme cizgisine...

Aslinda asil zor olan finaller de degil.. Finalden onceki zaman insanin hayatindan daha cok zaman, enerji kopariyor. Her an calismam lazim zihniyeti icersindeki zavalli kisi kendini o kadar cok geriyor ki, gidip bira icse, ayilsa gelse daha rahat ve daha uzun sure ders calisacak aslinda. Bence bunu takip eden bir buyuk hata da "Uff onumde 8 saat var, saatte 40 sayfa okusum, 320 sayfayi rahat rahat yutarim". Duz yolda araba olsan o hesaba uymak kolay degil arkadas, ders calismak tekne ile orsa gitmek gibi bir sey.. Hicbir zaman hedefe gidemezsin, gitsen de hizli olmazsin, zaten bir yerden sonra da uykun gelir ya da miden bulanir..

Bir baskadir her final zamani, kacamaklari ile, ders calismamalari ile, izlenmis sezon sezon diziler, zamanindan once okunmus romanlar ile.. Defalarca GPA hesaplanir, dusuk, yuksek tahminler yapilir, iddiaya girilir, bardak bardak kahve icilir. Her seferinde "Uff, bu hafta hayatimin en zor haftasi" denir, ancak her seferinde o hafta biter, kisi ufak da olsa bir bosluga duser..

Herkese finallerinde basarilar dilerim, sevgiler..

29 Mayıs 2010 Cumartesi

Yelken Takimi "Tall Ship''leri Gezmeye Giderse...

Normalde hep sagdan soldan duydugum gerceklerini biraz carpitip hikaye diye yaziyordum ama bugun gercekten olanlari bitenleri yazamaya karar verdim.

Bugun Bogazici Yelken Takimi'ndan yaklasik on kisilik bir grup olarak Istanbulá ugramis olan Tall Ship'leri gormeye gittik. Tall Ship'ler hakkinda cok detayli bilgi vermeyecegim ama bu ziyaretleri hakkinda TurkSail'den detayli bilgi alabilirsiniz. Tekneler su anda hala Istanbul'da ancak sadece bugun yani cumartesi gunu gezmeye musaitti, biz de bu firsati degerlendirdik.

Gezmeye baslamadan once Gurme Namli'da bulusmaya karar vermistik. Hani biraz yemek yiyelim, biraz cay icelim havasinda idik. Ancak Gurme Namli'yi gorunce bir anda sohbet kismini gectik, yemek kismina atladik. Sena ve Yigit Erkut ile basladigimiz kahvalti soframiza gelen giden az olmadi ama Faruk Bosut heralde herkesin hayatina ya da daha dogru soylemek gerekirse kahvalti tabagina bir damga vurdu, ben hayatimda boyle icten ve doyumsuz ac bir insan gormedim, heralde goremem.

Kahvaltidan sonra Karakoy limanina bordalamis olan teknelerin bulundugu bolgeye gectik. Baska bir ulkede olsa heralde cok daha buyuk bir ilgi olurdu ortamda, ancak durum Istanbul-Turkiye olunca fazla insan toplanmamis. Bakanlarimizin tekne almayi deli sacmasi olarak gordugu bir ulkede heralde sasirtici bir sonuc olmasa gerek. Ancak gene de her kesimden ilgili birkac kisi gelmisti, bu da biraz da olsa halka ulasilabildigini gosteriyor.



Teknelerin bir kismina binmek mumkun idi. Bizim normal zamanda bindigimiz teknelerden farkli olarak bu teknelere binmek icin bazen 10-15 basamak cikmak gerekiyordu, guverte yuz metre engelli kosu yapmaya uygundu, halatlar kolumuz kadar, vincler de Faruk'un midesi kadardi. Teknelerin (vapur mu desek) her biri farkli ulkeden oldugu gibi her biri de farkli bir kultur barindiriyordu, kabartmalar, suslemeler, yemek kokulari, tayfalarin kiyafetleri derken her teknede o ulkenin havasini hissedebiliyordunuz. Biz de tabi bu sirada bol bol fotograf cekmeyi ihmal etmedik, heralde Yigit Erkut da yakinda bizimle balik gozu kamerasi ile cektigi fotolari paylasir.


Ufak teknelere alsitigimiz icin hepimizin aklinda sorular vardi bu koca Tall Ship'ler ile ilgili. Nasil yelken bastiklari, koordinasyonun nasil oldugu, nasil iletisim kurduklari, direklere nasil ciktiklari.. Faruk ve Buse-Buket sayesinde direge nasil ciktiklarini sagolsunlar ogrendik. Iletisimin yolunun telefon oldugunu, dumenden telefon vasitasi ile basustune ulastiklarini anladik.


Iste direge de boyle cikiliyormus:



Buket bu sekilde direge tirmanmaya calisip da beceremeyince, onu oradan almak zorunda kaldik. Ancak Faruk, Buket'in uzuntusunu gormus olacak ki, "Buket, ben senin adini zirvelere tasirim, hic merak etme yahoo" dedi ve hemen zipladi:


Faruk, ciktigi gibi inince asagiya, biz de rahatladik. Ortalarda dolasirken acaba bizim takimdan birileri bu tekneye daha once binmismidir diye dunusuyorduk. Heralde aramizda biraz fazla sesi konustuk ki kim oldugumuzu anlayan Endonezyali bir arkadas bizi ceke ceke bir yerlere goturdu. Bu sirada org, Koca, Goz gibi kelimeler kullaniyordu ancak biz bunlari, adamin bizi goturdugu yere varana kadar anlamadik. Adamin bizi cektigi mekana gelince olay bir anda cozuldu:


Meger Yigit Gozubuyuk daha once Endonezya'nin Tall Ship'ine binmis, baya zaman gecirmis, orada muzigini sergilemis hatta sevgi gosterisi olarak orgunu orada birakmis. Adamlar Yigit'e cok selam soylememizi ve her zaman onu beklediklerini belirttiler; tabi el kol hareketi ile oyle dediklerini umuyoruz.

En son Rusya'nin teknesine de binelim de sonra gideriz derken basimiza geleceklerden habersizdik. Rus teknesinde karsilastigimiz manzara kizlari soke etti, cibil cibil Rus erkekleri ciplak goguslerini acmis, wireless internet bulmaya calisiyorlardi. Internet de sadece teknenin basinda cektigi icin hepsi oraya toplanmis. Bizim kizlar da pek acidilar hallerine (Aboov sesleri esliginde); aralarindan "benim telefonu al, benim internet paketim var" diyen de cikti ancak sagolsun takimin erkekleri olaya el koydu.



Ruslar bizim ilgimizi fark etmis olacak ki etrafimizda dolanirken bizim kizlar uslu durmadi tabi, hemen erkekler ile foto cekelim de cekelim diye tutturdular. Etmeden duramadik, bir foto cekelim bari dedik..


Son olarak, yillardir lafini ettigim, Atabay Marina' da duran o canim teknenin hep benim olmasini istemistim, ancak imkanlar el vermemisti. Meger onu biri almis, elden gecirmis ve ne hale getirmis, bunu gorunce de yok artik dedim, kacan balik buyuk olurmus...
















Buradan sonra teknelere gule gule demek zorunda kaldik, ancak guzel bir gun gecmisti. Eglenmis, sasirmis, ugrasmis, begenmis ve doymustuk (Faruk haric).. Elimden geldigi kadari ile gercekleri anlatmaya calistim, umarim becerebilmisimdir, sevgiyle kalin..



Not: Bogazici Universitesi Yelken Takimi uyeleri haricindeki sahislarin hakkinda soylenen, yazilan ve anlatilan konusma ve olaylarin hepsi dogru degildir, umarim kimse uzerine alinmaz. Burada amac kimseye hakaret etmek olmamistir.