28 Kasım 2012 Çarşamba

Tabi İçinden Pil Çıkmaz

Bugün resmen bitmek bilmedi. Sabahtan akşama kadar eve gideyim de etiket yazdırıcıma rahat rahat bakayım dedim. Abartmayalımi eve gelince önce fırında patatesli tavuk pişirdim, sonra onu yerken bir bira içip biraz televizyon izledim. O sırada açtım aleti bir baktım, 6 tane ince pil istiyor. Kardeş ben bu alete zaten 10 dolar verdim, 6 tane ince pil nerden baksan 3 dolar. Kendi fiyatının %30'u.

He bir de etiket fiyatlara bakayım dedim. Her aşkın bir bedeli vardır. Etiketin 30 feet'i, yani 10 metresi 17 dolar. Al başına belayı..

Bir şeyler yazdırayım, anlatacağım daha...

Şimdi biraz ders çalışacağım. Bugün çok şey yazsam da şimdilik bu kadar...

27 Kasım 2012 Salı

Sonunda Yıllardır İstediğim Bir Şeyi Aldım!!!!

Uzun ama uzun ama uzun zamandır kendime almak istediğim ama almaya değer bulmadığım, paraya kıyamadığım ama içimin hep gittiği, kendimi "Mete, saçmalama n'olursun, ne gerek var, saçma sapan bir şey o!!" diyip sonra da "Tamam tamam üzülme, zamanı gelince o da olur, hadi bakalım" diyerek telkin ettiğim şeyi sonunda ALDIMMMM. Evet, baya ama baya mutluyum, tahmin bile edemezsiniz. İşte o aldığım muhteşem, canımın parçası şey şu:

ETİKET BASMA MAKİNESİ

Hayır bakkalda çalışmıyorum, hayır laboratuarda kimyevi madde etiketlemeye ihtiyacım yok(Baba, el koymayı düşünme :) ) ama yıllardır hep etiketleme makinem olsun istemiştim. Nedendir bilinmez, işaretliyim, sistematiik olayım, yazım da çirkin zaten diye hep içimden geçmişti. Sonunda buldum indirimi (Şükran Günü sağ olsun) $30'lık makineti 10 dolara aldım, deli gibi de mutlu oldum. Ne yazık ki tam şu anda bir şey basamıyorum çünkü caniler içine pil koymamışlar. Buradan bütün elektronik alet üreticilerine sesleniyorum: pille çalışan bir şeyi satarken içine pil koymazsanız, bence marka imajınızı oldukça fazla zedeliyorsunuz. Pil nereden bulacağım şimdi?

Neyse, pil yok diye üzülmeye gerek yok, alırız, dert değil. Ama aşağıdakine benzer etiketler yazdırmaya başladığım anda birkaç tae koyacağım. (Dil öğrenmek için de birebir, bakalım Rusça'sı var mı? Göz alışkanlığı olur)



Tatil ve Alışveriş Sezonu

Amerika'da yaşayanlar, ekonomiyi nasıl canlı tutacağını gayet iyi biliyorlar (tabi paraları da yok değil). Bir yandan dini bayramlar, bir yandan milli bayramlari bir yandan da yapma bayramlar derken durmadan bir parti, alışveriş, harcamai hediye etme havası başlıyor 1 Kasım itibari ile... Bütün bu harcama, hediye etme, yemek yeme havası 25 Aralık'a kadar son bulmuyor. Şimdi biraz detayına girelim.

1 Kasım, Cadılar Bayramı, aslında Meksika'nın Ölüler Günü'nden özenilerek Amerikaya'ya uyarlanmış bir yapma bir bayram. Cadılar Bayramı ve öncesinde adet, bir kostüm ve uygun bir makyaj ile olmadığın biri haline gelmek. İşin içine kostüm, makyaj ve biraz da yaratıcılık girince, tabiki her türlü kılıkta insan görülebiliyor ortalıkta. Kostümler, iPhone, Scrabble, Minik Kuş, yapma muz, polis, hemşire gibi şeylet olabilirken sadece makyaj ile zombi kılığına da girilebiliyor. Tabi olay sadece kostümden ibaret değil. 


Her yer bal kabakları ile süsleniyor, her yere korkutucu örümcek ağları, ölü böcek ve fare sahteleri konulup sis makineleri ile efektler yaratılıyor. Bahçeli evi olanlar bu konuda birbirleri ile yarışıp, en iyi bütün bir sene kendini iyi hissediyor. Bir yandan da meşhur partiler var tabi. Cadılar Bayramı'na en yakın olan hafta sonunun cumartesi akşamı, festival havasında geçerken herkes bir bardan diğerine kostümleri ile geçip, barların hazırladığı Cadılar Bayramı temalı içecekleri yuvarlayıp sabaha kadar eğleniyor. Ama işin kilit rezilliği şu: eğer sabaha kadar eğlenip sonra geceyi başkasının evinde bitirmeye karar verip ertesi gün öğle vakti kostümünüz ile eve dönmek üzere yola çıkarsanız, işte o zaman "Hall of Shame"e katılmış oluyorsunuz :)


Cadılar Bayramı ile başlayan tatil ve harcama sezonu, daha Cadılar Bayramı'nın ertesi günü başlayan Şükran Günü  reklamları ile tam rotasına ve hızına kavuşuyor. 24 Kasım'da olan Şükran Günü, Amerikalıların Amerika kıtasına ilk taşındıkları zaman, Yerlilerin kendilerine hindi ikram etmeleri nedeniyle duydukları şükranı hatırlama günü. Şükran Günü resmi tatil ve herkesin evinde bütün ailesini toplayıp, hep beraber sahip oldukları şeyler için şükran duyması bekleniyor. Gelenek olarak hindi pişiriliyor. Bu günde, öğrencileri, yabancıları ve fakirleri de beslemek ve doyurmak gelenek olduğu için, yemek öncesi yardım sever bir hava geziyor sokaklarda. 


Şimdi diyeceksiniz ki Şükran Günü'nde harcama nerede? Alışveriş çılgınlığının düşük boyutlusu, sofra kurarken görülüyor. Sofrada bulunan yemek, genellikle sofra etrafında bulunanların da yakın akrabalarını doyuracağı kadar fazla oluyor. Dolayısyla Şükran Günü'nde önce Migros benzeri alışveriş mekanları tıka basa oluyor. Ama asıl çılgınlık "Black Friday" ve "Cyber Monday" olarak geçen Siyah Cuma ve Siber Pazartesi günleri yaşanıyor. Black Friday'de, bütün mağazalar şaşırtıcı, dudak uçuklatıcı, insanı çıldırıtıcı indirimler yaparak herkesi alışverişe teşvike diyor. Noel'de herkese hediye almanın da şart olduğu düşünülürse, böyle fırst kaçmaz diyen herkes, kendini bu çılgınlığa bırakıyor. Bazı mağazalar daha Şükran Günü'nün akşamı saat 10'da açılıyor. Diğerleri ile sabahın erken saatlerinde. 


Her türlü mağazaların önünde açlıktan çıkmış gibi bekleyen muntazam kalabalık oluyor. İnsanlar genelde alışveriş merkezlerine 3-4 kişi gidip, yanlarında telsiz götürüp, 3 kişi koştur koştur 100 dolara 40 inç LCD almaya çalışırken, sonuncusu da kasa sırasına geçiyor. 


Cyber Monday ise, Black Friday sonrası gelen pazartesi, internette indirimlerin görüldüğü zaman. Black Firday benzeri, gene %40-%50 indirimlerin çok rahat görüldüğü, kargonun bedava olduğu zaman dilimi. İnsanlar sabahtan bilgisayar başına oturup, en iyi fırsat nerede araştırıp en ucuza en çok istedikleri şeyi almak üzere her şeyi yapıyorlar. Özellikle istediğiniz bir şey varsa, aslında kaçmayacak fırsat. (Bu cümle ile kendi durumumu anlatmaya hazırlıyorum sizleri. Gerçekten hepsine ihtiyacım vardı, hepsini gerçekten uzun zamandır araştırıyordum)

Her ne kadar çok fazla paçayı kaptırmamış olsam da ben de ne yazık ki nasibimi aldım bu alışveriş çılgınlığından. Tam bu ay sonu artıya geçtik, cepten yemedik diyecektim ki bir baktım o da ne... İşte benim çetere:
  • Traş Makinesi
  • Bluetooth bağlantılı araç telefon kiti
  • Etiketleme makinesi
  • Sena'nın çok istediği bir hediye
Aslında düşündüğüm kadar çok değilmiş. (Heralde faturalar ile üst üste geldi :) )

Alışveriş sezonu tabiki bitmedi. Şükran Günü'nün hemen ertesinde Noel sezonu başlıyor. Noel (Christmas) Hristiyanların dini bayramı. Çoğu iş yerinin 2-3 gün resmi tatile girdiği, herkesin birbirine hediye verdiği, çam ağaçlarının ve evlerin deli gibi süslendiği, Noel Baba'nın çatıdan içeri daldığı zaman dilimi. Daha şu Christmas için süslemeler ve ilgili reklamlar ve yıl sonu kampanyaları başlamış durumda. (Bak şimdi baktım, Eddie Bauer hala %40 indirimde, ama bir şey ihtiyacın yok Mete, hepsi dolap kalabalıklığı) 

Mağazalar büyük indirimlerine tekrar başlayacak, arabalarda indirimler tepeye çıkacak ve alışveriş çılgınlığı küçük bir soluklanma sonrası devam edecek.


Chrismas bir yandan gene toplanma, hatırlama ve evde huzuru bulma zamanı. Herkes birbirine kart atarken, "Merry Christmas" diyerek birbirine de mutluluk ve sevgi aşılamaya çalışıyor. Noel günü olan 25 Aralık'ta kilisiye gitmek tabiki bir gelenek.

Yaklaşık iki ay süren bu alışveriş, kutlama ve hatırlama sezonundan minimal ekonomik darbe ile çıkmak herkesin harcı değil. Verdiğinden çok hediye almak, hep almak istediğin şeyi tam o sırada indirimden almak bu işin bence iki kilidi. Ama gene de hiç ama hiç kolay değil :) Denedim. 

Bir yandan da ekonomi inanılmaz hızlanıyor. Her yerde para harcama olduğu için para deresi akıyor, çark dönüyor, un öğütülüyor ve karınlar doyuyor. Tabiki insanların en başta harcayacak paraları da var. Olmasa bile, parası az da olsa bir şekilde ya yardım görüyor bu iyilik sezonu içerisinde ya da kendince ufak da olsa kutlama yapıyor. 

Toplamak gerekirse, Ekim ortasından Aralık sonuna kadar Amerika'da neredeyse her yer (evet kar yağmadığı halde Teksas'ta da Noel'i kutluyoruz) neşe, sevinç, kutlama ve şenlik ile kavruluyor. Belki de Amerika'da geçirilecek en güzel zamanlardan biri, tabiki yerlisi olarak. Yoksa Noel'de ve Şükran Günü'nde dışarıda bir kahve içeyim, yemek yiyeyim derseniz, işte o zaman biraz aç kalırsınız, benden söylemesi :)




19 Kasım 2012 Pazartesi

Yemek Menümüz

En son bir şeyler yazdığımdan beri tabiki gene yıllar geçmiş. En son Lake Huntsville'e kampa gitmiştik.  O zamandan beri kendi evime taşındım, bir kere daha kampa gittik, deniz kenarına gittik, okuldan kendi çapımda önemli bir sunum yaptım ve neredeyse bütün hayatımı düzene koydum. Artık tekrar blog yazma zamanı geldi sanırım, üstelik bu sefer aksatmadan. 

Detaylar ile geri döneceğim ama öncelikle biraz öğle yemeklerimden bahsetmek istiyorum. Türkiye'de genelde, öğle yemekleri firma tarafından karşılanıyor. Çalışanlar düzenli bir şekilde yemeklerini ya firma yemekhanesinde yiyor ya da firmanın kendilerine verdiği kuponlar ile anlaşmalı restuarantlarda karnını doyuruyor. Burada ise öyle bir kültür veya anlaşma yok. Bazı büyük firmaların yemekhaneleri olsa da giriş ücretli oluyor. Çoğu durumda o bile yok. Durum böyle olunca, çoğu insan ve PHD öğrencilerinin neredeyse tamamı yemeğini evde hazırlayıp, beslenme çantalarına koyup işe yanında getiriyor. Benim durumum da diğer PhD öğrencilerinden farklı değil. Ben de evde bol bol pişirip, beslenme kaplarıma koyup, beslenme çantam ile okula getiriyorum. Departmanın veya okulun sağladığı mikrodalgalarda yemeğimi ısıtıp, öğlenleyin karnımı doyuruyorum. Yemekhane de yok mu? Tabiki o da var ama her gün de ona hem para hem de mide dayanmıyor. Onu da sonra anlatacağım.

Bugünün menüsü:

Domatesli beyaz lahana
Pilav
Meksika usulü fasulye ezmesi
2 mandalina
1 Muz
Küçük havuç parçaları
Salata

7 Ekim 2012 Pazar

6 Ekim 2012 Cumartesi

Kampa gidiyoruz

Simdi kampa gitmek uzere yola ciktik. Arabali kamp yapacagimiz icin konforda sinir tanimiyoruz. Hikayesini donunce anlatacagim.

2 Ekim 2012 Salı

Okuldan birkac kare

Ben genelde deli eşşek bağlar gibi kilitliyorum bisikleti. Tekerleklerin çalınması nadir rastlanan bir durum değil.

Mühendislik fakültesi

Cullen College of Engineering

Mühendislik fakültesinin içi. Ortaa petrol platformunun replikası var

Replikanın üstten görünüşü

Bu da mülteci misali sıkıştığımız ofisimiz. Ben soldan ikinci koltukta oturuyorum. En azından koltuklar rahat. Printer bedava :)

Okul programim

Okul programim aslinda oldukca rahat. Bir yandan derslere giriyorum, bir yandan da hocamin bana atadigi konu uzerinde calisiyorum. Budonem toplamda dort tane ders aliyorum. Iste boyle:

1. Dijital Sinyal Isleme
2. Robust Kontrol
3. Matematik
4. Seminar

Su ana kadar toplamda bir tane sinav oldum ama diger sinavlar yaklasiyor. Her hafta mutlaka odev var. hocalar da odevi gayet ciddi kontrol ediyorlar. Seminar dersinde odev, sinav yok. Sadece yoklama var. Her hafta makine muhendisligi dunyasindan farkli bir kisi gelip sunum yapiyor. Su anki arastirma konum icten yanmali motorlarin saft hizinin analiz edilmesi ile silindirler arasindaki guc dengesizliginin ortaya cikarilmasi.

Derslerim, pazartesi ve carsamba gunu saat 14.30'da baslayip 16.00'da bitiyor. Sali ve persembe ise aralikli olarak 8.30-17.30. Ders saatlerim, calisma hayati ile karsilastirinca fazla bile rahat olabilir. Ben de fazla gevsememek icin sabahlari erken kalkmaya calisiyorum. Ama zaten bir yandan da arastirma konum uzerinde calismam gerekiyor. Onu da okulda bos zamanlarimda, aksamlari ve hafta sonu yapiyorum. Aslinda bos gibi gozuken program aslinda dolu. Genelde tras olmaya calisiyorum ana bu aralar biraz aksattim. Fazla gevsememekte fayda var aslinda.

Su anda hala Sena'larda kaliyorum. Sena'lardan okula gitmek bir otobus. Ptobus duragina kadar bisikletle gidiyorum (4 dakika). Oradan otobuse binip okula geciyorum (30 dakika). Aksamlari da tam tersini yapiyorum. Artik havalar da guzelce serinledigi icin arada sirada bisikletle donecegim okuldan. O da 40 dakika kadar suruyor.

30 Eylül 2012 Pazar

A World of My Own- Robin Knox-Johnston

Daha önce 1998 yılında yapılmış olan Vendee Globe yarışında, dünyanın etrafında tek başına, sadece rüzgar ve kas gücü kullanarak, en acımasız denizlere karşı koyan yelkencilerin başından geçenleri anlatan bir kitaptan bahsetmiştim. Yaklaşık iki hafta önce bitirdiğim bir diğer kitap ise, dünyanın etrafını ilk defa, tek başına, hiç duraklamadan dolaşan Robin Knox-Johnston'ın yazdığı "A World of My Own"- "Bana Ait Bir Dünya".


Robin Knox-Johnston, denizci bir aileye doğup daha küçük yaştan itibaren tuzlu sudan hiçbir zaman uzak olmayan bir hayat sürüyor. 60'ların ortasına kadar dünyanın çeşitli yerlerinde, İngiltere Donanması'nda görev alan Knox-Johnston, Hindistan'da yaptırdığı daha doğrusu yaptığı teknesi Suhaili'yi üç arkadaşı ile İngiltere'ye getirir. Yolculuğun bir kısmını tek başına da tamamladıktan sonra dünyada, yelken konusunda atılacak çok fazla büyük adım kalmadığını ama tek başına, hiç yardım almadan ve karaya çıkmadan dünyayı dolaşmanın bunlardan biri olduğunu belirtir. Onun, bu turu tamamlayacak ilk kişi olmak istediği sıralarda, aynı düşünceye sahip ve hazırlıklara başlamış başka yelkenciler de vardır. Aynı emelde koşan yelkencileri toplamak üzere Sunday Times gazetesi bir yaris ilani yapar ve belli tarihler arasinda baslamak uzere dunyanin etrafinda yelkenle dolasip hic yardim almadan en kisa surede donen kisiye odul verecegini soyler.

Knox-Johnston, kitabinda, yarisa hazirlik surecini, sponsor arayisini, yarista basindan gecenleri ve seyahati suresince yazdığı günlüklerini bu kitabında topluyor. Kitabın büyük çoğuluğunu aslında yolculuk sırasında yazdığı günlüğü oluşturuyor. Olayları genellikle taze taze yazıp daha sonra çok az değişiklik yaptığı için duygularını aktarmakta çok başarılı oluyor. Toplamda 303 gün süren yolcuğunda gördüğü insan sayısı iki elin parmak sayısını geçmiyor, fırtınalı gecelerde eğer mümkünse uzun mesafe telsiz konuşmlarını dinlemek onun için paha biçilmez bir rahatlama yöntemi oluyor ve çok canı sıkıldığı zamanlarda "Bu iş bir bitsin, duş, bira biftek ve temiz çarşafa yatacağım" telkiniyle sakinlemeye çalışıyor.

Kitabı okurken, aslında ne kadar sosyal bir hayat yaşadığımızı, bütün gün evde otursak bile insanlardan iletişimimizin hiç kopmadığını ve  bazı şeylerin ne kadar değerli olduğunu gördüm. 300 gün boyunca süren bir yarışın son çeyreğinde, hiçbir gemi tarafından görülmeyip telsize cevap vermeyen bir kişinin hayatta olması için dua etmek, şu zamanda çoğu kişinin kaldırabileceği bir yük değil. Bir diğer yandan bakınca da Knox-Johnston'da uzun bir süre dünyadan hiç haber alamadığı için ne savaş çıkıp çıkmadığını biliyor, ne de ailesinin sağlık durumunu. Yolcuğu en kısa sürede tamamlayan yazar, İngiltere'ye döndüğü zaman büyük bir coşku ile karşılanıyor ve daha sonra da Kraliçe tarafından Sir ünvanına layık görülüyor. Sir Knox-Johnston, hala hayatta ve yarışlara katıldığı oluyor. Daha önce okuduğum kitapta 1998 yılı Vendee Globe yarışında yarışan yelkencilerin başından geçen kazalara ve hayatını kaybetmiş olan Gerry Rouf hakkında yaptığı bir yorumu var: 

You've raised a good point. There are people who set off, and they're irresponsible because they haven't bothered to train themselves up, learned what they're trying to do, gained some experience. And the next thing, they're getting other people to risk their lives, just to come and help them out of a stupid mistake they shouldn't have made. I've got very little sympathy for those people, in fact I'm quite critical of them. They've no right to go out, and cause others to risk their lives.

Dünyanın etrafını ilk defa hiç durmadan dolaşan adamın hikayesini anlatan kitap, yanlız olarak büyük zorluklara göğüs geren bir adamın hikayesini öğrenmek isteyenlere kesinlikle tavsie edebileceğim bir parça. Benim okuğum kitap 1970 basımıydı ama yeni baskılarını bulmak mümkün.

Şu anda okuduğum kitap ise "Sailing Alone Around the World". O ise dünyanın etrafında yelkenli tekne ile tek başına dolaşmış ilk kişi olan Kaptan Joshua Slocum tarafından yazılmış. Okuduğum baskı sanırım 1903 baskısı.

24 Eylül 2012 Pazartesi

Patlak Lastik

Daha önce bahsettiğim üzere bisikletimin lastiği, bir akşam okuldan eve dönerken en izbe, en iğrenç mahallerden birinde patlamış ve bisikleti yarım saatten fazla süre itmem gerekmişti. Bisikletin lastiğinin patlaması da tam ilk defa okuldan eve bisikletle dönmeme karar verdiğim zaman denk gelmişti.

Bu olaydan sonra, gittim, itina ile "şamyel" yaması buldum (ki tuvalete bile araba ile giden Hustonyan'ların mekanında kolay olmadı), lastiği yamadım (4 mm yarık), lastiği şişirip geri taktım.

Bisiketim tekrar kullanılır hale gelince bir sabah tekrar bisiklet + otobüs ile (bisikleti otobüsün önündeki taşıyıcıya koyuyorum) okula gittim. Bütün gün derslere girdim. Havanın da güzel olmasının getirdiği cesaret ile içimden "Bari bisiklet ile eve döneyim" dedim. 

Demez olaydım. lanet bisikletin lastiğinin batlağının her yerde kulağı mı var ne. Bunu duyar duymaz içindeki gazını koyuvermiş. Bisikletin başına gittiğimde süper inik bir lastik. İçinde havanın yerinde yeller esmiş. Bir kere daha da bisikleti sırtlayıp eve getirdim doğalıyla. 

Dün tekrar tamir edeyim diye bisikletin başına oturdum. Aynı yeri tekrar, daha dikkatle yamadım. Sonrasında bir tur atıp marketten ekmek aldım (Houston'da ciddi mesafe). Sıkıntı yok. Ammmaaaaaa.

Bütün gün dışarıda dolaştıktan sonra eve geldim. "Lastikte sıkıntı yoksa bari yarın okula bisiklet ile gideyim" dedim amma bir baktım ki....


Aynen öyle... Sanırım bana artık bir iç lastik zamanı gözüktü, yoksa bu lastik ile miller kat etmek mümkün olmayacak...

Bu arada nazar değmiş olan bisikletimd e aynen burada.. Schwinn High Timber, orta kalite bir dağ bsisikleti. Fazla test etme imkanım olmadı, şahsen bisikleti sürdüğümden çok ittim neredeyse :) (o kadar değil tabiki)

Hele bir adam gibi halledeyim de lastiği, ondan sonra okula direk bisiklet ile gitme ve gelme dönemlerım başlayacak. 

Aradan Bir Ay Geçmişken...

Evet Houston'a taşınalı bir aydan fazla zaman oldu. İşten ayrılalı da neredeyse iki ay. Bugün, bir pazar öğleden sonrasında, Belçikalı bir arkadaşımızın barbekü temalı doğum gününde birçok ülkeden insanla sağdan soldan, ondan bundan ve öte beri hakkında muhabbet ederken aslında ne kadar az zamanda ne kadar çok şeyin değiştiğini fark ettim.
  • Şu anda bir doktora öğrencisiyim, pazartesi sabahı saat 8'de kart okutmam gerekmiyor. Ama bu akşam deli gibi çalışarak doktora süremi azaltmak ve kendimi mümkün mertebe her türlü yatırımı yapmak benim elimde. 
  • Çalıştığım süre boyunca biriktirdiğim bütün parayı yavaş yavaş ve kıtır kıtır yemekle beraber (aslında ailemden yardım almadım desen yalan olur :) ), burada yaptığım bazı şeyleri Türkiye'de para versem yapamazdım. Bakınız:
    • Günde en az 3 saat İngilizce konuşmak.
    • Günün büyük çoğunluğunda birçok ulustan gelen insanlarla öyle ya da böyle muhabbet etmek. 
    • Pekçok farklı ulusun yemeğini ucuza tatmak
    • Ucuza benzin almak (eskiden rafineride çalışmama rağmen)
    • Koca koca Amerikan arabalarını, tüketimini fazla düşünmeden satın alabilmek (eh çünkü hala araba almadım)
    • Amerika'da yaşamak.
  • Çok iyi dostlarımdan çok ama çok uzaklaştım. Çoğu ile hala bir şekilde konuşuyorum. Ailem ile artık büyük ihtimal yılda 2-3 kere görüşebileceğim. O da toplamda 1 aydan az olacak. Ama burada tanıştığım insanları ve kendimi içine isteyerek soktuğum yeniliği heralde Türkiye'de kalsaydım bulamazdım.
  • Hayatımda yürümek yer kaybederken, araba ve bisiklet daha geniş yer kazanmaya başladı. Houston'da mesafeler daha uzun olduğu için yürüyerek bir yere varmak eninde sonunda rafa kalkıyor.
  • Gün içinde iki ayrı mevsimi hala yaşayabiliyoruz: ofisler hep çok soğuk, dışarısı hala sıcak.
  • Eskiden hafta sonu yelkene gidebiliyordum, şimdi çok kolay değil. Onu bırak, 4 haftadır ilk defa dün denizi gördüm.
Evey hayatım değişti. Şu an itibari ile geri dönmeyi planlamadığıma göre heralde geldiğim yerden ve hayatımın gidişatından, gelmemiş olsaydım yaşayacağım geleceğe göre daha memnunum. İnsan kendini zorladığı sürece gelişiyor ve ben de tekrar yeni bir şey yaşamanın getirdiği heyecanı, zorluğu, mutluluğu ve stresi yaşıyorum. Şimdilik pişman mıyım? Hayır. Değişmesi gereken şeyler var mı? Kesinlikle.

12 Eylül 2012 Çarşamba

Eğer karma varsa kesin piyango bana çıkacak...

Dün akşam eve geldiğimde fark ettim ki başıma gelenlerin haddi hesabı kalmamış.

Bu hafta üniversiteye, özellikle mühendislik fakültesine birçok firma, tanıtım amacıyla geliyor. Bu tanıtımlara giderken, biraz düzgün gözükmekte fayda var. Ben de birkaç tanıtıma katılmayı planlarken bir anda kendimi "Yarın ne giyeceğim" stresi içerisinde buldum ancak benim için firmalar ile tanışmak yüksek önem taşımadığından, kot üstüne pola t-shirt ile yola çıktım.

Bu aralar okula giderken, bisiklet ile otobüs durağına gidip, bisikleti otobüsün bisiklet taşıyıcısına yükleyip, sonra bisikletle fakültenin önüne geliyorum. İşte yolculuğumun bu son kısmında girdiğim su birikintisinden sıçrayan çamurlar, günümün ilk tersliği oldu.

Neyse canım, bir şey olmaz deyip sabahki derse girdim. Evden çıkmadan önce filtre kahve yapıp, yeni termosuma koymuştum. Onun da maşallahı var, abartmıyorum 4-5 saat sıcak tutuyor. Kahveden aldığım ilk yudumla ağzımın burnumun yanması ve kahvenin yarısının üstüme dökülmesi bir oldu. Haydaaa. Rezil remberek ve mutsuz dersi bitirdikten sonra araştırma görevlilerine ayrılmış olan ofisime geldim. Üstüme geçirdiğim uzun kollu bluzum ile durum biraz düzelmiş oldu, ama tamamlanmadı.

Üstüme bir şeylerin dökülme faslını bitirip, biraz ders çalışıp sonra yemeğe de gittikten sonra yaklaşan matematik dersi için yaptığım ödevimi aramaya koyuldum. Ödevi geçen hafta bitirdim ama ara allah ara yok. Herade evde unuttum diye düşündüm. Derste hoca ile konuştum. O da "yarın getir ama garanti veremem" diyor. Yahu Allah aşkına, hani araştırma projem olsa neyse de matematik ödevi için de üzülmem ama terslik işte.

Dersten sonra ilk firmanın tanıtımına gideyim dedim. İki firma tanıtımı var, biri 6-8 arası, diğeri 7-8. Benim planım ilkine gidip, 7'de çıkıp, diğerine gitmek. İlk tanıtıma gittim, saat 6.45 civarı güzel güzel ayrılmayı planlıyordum ki bir başka konuşmacı çıktı, adam abartmıyorum alakasız konuda 45 dakika konuştu. Sınıf da küçük, kaçamyorsun da.. Neyse, bu firma turbo machinery diye kendimi telkin edip, diğer firmaya gitmeyip bisikletimi almak üzere ofise geri yollandım.

Ofisten bisikletimi aldıktan sonra tam durağa geldiğimde baktım ki benim otobüs kaçtı kaçıyor. El salla mel salla, yok durmadı. 30 dakka sonra diğer otobüs gelecek, 30 dakka da otobüsle gideceğim.. Bari ben bisikletle gideyim eve dedim. (Yaklaşık 5.5 mil)

Bisiklet rotam, otobüs rotasından farklı, çünkü otobüs en berbat mahallelerin içinden geçiyor. Bense otobüs hattından uzaklaşıp Bayou nehri kenarına çıkıp oradan dümdüz gelecektim. Bir süre gittikten sonra bir baktım pantalon paçam zincire deyiyor. Bir kısmını çorabıma sıkıştırayım diye kenara çekerken bir anda pıss diye hava sesi gelmeye başladı: arka lastik batlarrrr.

Patlak lastikli bisikleti, otobüs durağına kadar 1.5 mil ittikten sonra aslında hala sinirli değildi. (Saat olmuş 9).. Sakin sakin otobüs bekledim, Sena'lara gittim. Eve geldiğimdeki helak durumumla matematik ödevimi ararken onu da bulamayınca artık sinirim bozuldu. O hal ile sen en baştan ödev yap...

Bu kadar terliğin arkasından eğer varsa karma ile kesin süper bir şey çıkacak. Bekliyorum.. Bak mesela şu anda ofisim süper buz gibi değil. Birileri insafa gelmiş sanırım. Devamını da bekliyorum...

8 Eylül 2012 Cumartesi

Godforsaken Sea - Derek Lundy

Bundan böyle okuduğum kitaplar hakkında en azından üç beş cümle birşeyler yazacağım. Uzun zaman önce okuduğum kitapları artık okuyup okumadığımı bile hatırlamıyorum. Öyle ya da böyle kocaman bir kitap yazmış olan yazara sanırım en azından bu kadarını borçluyum. İşte bu yazıların ilki...



Derek Lundy, "Godforsaken Sea" adlı kitabında 1996-1997 Vendee Globe yarışında, dünyanın etrafını hiç durmadan ve yardım almadan, tek başına ve 18 metre uzunluğundaki teknelerle dolaşan yalnız yelkencilerin başından geçenleri anlatıyor. Yarışçıların geçmişini, yarışa hazırlıklarını, sponsor arayışlarını, ailelerinden ayrılışlarını ve yarışın zorluklarını etkileyici ve zaman zaman ürkütücü bir dille ele alıyor.

Vendee Globe yarışının kuralları aslında çok basit:
  • Fransa'nın les Sables-d’Olonne şehrinden başla 
  • 40 derece Güney paraleline kadar in ve doğuya dönerek Umut Burnu, Avusturalya ve Amerika'nın en doğu ucu ve en acımasız toprak parçası olan Horn Burnu'nu solunda bırak 
  • Bu sırada hiçbir yerde durma, kimseden yardım alma 
  • Güney Okyanusu'ndan sağ salim çık 
  • 60 feet uzunluğundaki tekneni güvenlik ve uzunluk sınırları içerisinde tut

Yarışın kuralları aslında bu kadar basit, ama basit olduğu kadar acımasız. 120 güne yakın bir süre boyunca, dünyanın en acımasız sularında, belki de dinyanın en uzak köşelerinde yeleken yapmak ve bitmek bilmeyen sıkıntılarla uğraşmak herkesin harcı değil. Tabi bunu yapmak için gereken parayı sağlayacak sponsoru bulmak da.

Yarışın en zorlu kısmı Güney Okyanusu kısmı. Güney Okyanusu'nun 50. paralelinin güneyi ve Avusturalya ve Cape Horn arasında bulunan bölge, insanoğlunun benliğini ve teknolojisini kolayca götüremediği, başına bir şey geldiği zaman da yardımın gelmesini bekleyemeyeceği sınırlı alanlardan biri. Rüzgarın hızı 40 knot'a düştüğünde hava bitti diyebileceğiniz, 25-30 knot hızla ilerleyen teknenize bir şey olmaması için dua edip günde 3 saat uykuya şükredebileceğiniz bir ortam. 20 metre yüksekliğindeki dalgalar da cabası.


Lundy, Vendee Globe yarışından dönenler ve dönemeyip okyanusun derinliklerine karışanların yakınları ile yaptığı röportajlarından derlediği kitabında, bu denizcilerin çektikleri sonsuz zorlukları anlatırken onların da aslında birer insan olduklarını önüme koydu. Dili o kadar etkileyici ki kitabı okurken kendimi deli gibi çalkalanan bir teknenin içinde, kulağımda rüzgar sesini duyar gibi oluyordum.


Kitap, genellikle yelken yapanlara hitap ettiği gibi yelken ile ilgisi olmayanların da anlayabileceği kadar sade ve açıklayıcı. Dünyanın en acımasız denizlerine yelken açan denizcileri biraz tanıyabilmek isteyen kişilerin okuması gereken bu kitabı, insanın sınırlarını görmek isteyen kişiler de gözden geçirmeli.

Bu kitaptan yola çıkarak ikinci okuğum kitap ise benzer rotayı ilk defa tamamlamış ve hiç durmadan tek başına dünyanın etrafında dolaşmış ilk kişi olan Sir. Robin John-Knoxton'un yazdığı "A World of My Own". Bitirince onun için de küçük bir özet geçeceğim.

31 Ağustos 2012 Cuma

Sanki ev alıyoruz arkadaş.

Bu ev işi artık iyice sakız olmaya başladı. İlk başta hiçbir yerde daire yoktu. Sonra baktıklarım pahalı gelmeye başladı. Sonra daha merkezi, her yere yakın, duraklara az yürüme mesafesinde olsun, ortamlara rahatça ulaşayım, Sena'ya da çok uzak olmasın derken bütün bu özellikleri aynı anda gösteren  heralde sadece 20 metrekare bir yer kalmıştır. Orası da zaten kesin hemen az önce kiralanmıştır.

Artık bakmadığım ev kalmadı sanırım ama galiba bazı özelliklerden fedakarlık edip, ilk anda baktığım evlerden birine geri dönüp boşu boşuna saatlerde uğraşmış olacağım.

Yarın sabah 9'da ev arama mesaisi tekrar başlar, bu akşamlık bana müsade.

Not: O ilanını astğığım evin sahibi mail atmış, hanımı ev için başkasına söz vermiş. Çinli erkeklerde valla iş yok. Vur kardeşim yumruğu masaya, "Hanım hanım, ben bu çocuğa daha cumartesi evi gösterecektim" desene..

30 Ağustos 2012 Perşembe

Yeni Bir Başlangıç

Sadece bir ay içerisinde ne kadar çok şey değişebiliyor. Geçen ay bu zamanlarda, Tüpraş'ta Yatırımlar Müdürlüğü'nde çalışıp, akşamlar lojmana gidip biraz koşup sonra arkadaşlarla takılıyordum. Hafta sonlarım yelken ile geçiyor, eski dostlarla bildiğim kafelere babamın arabası ile gidiyor, akşam eve gelip ailemle beraber zaman geçiriyordum. Hayatım hakikaten düzene oturmuş, artık rutine bağlamaya başlamıştı. Belki hızlı bir rutindi ama gene de bildiğim bir hayatı yaşayıp deneyimli ve güçlü olduğum meşgalelerim vardı. 

Boğaziçi Üniversitesi'nde master yaparken başvurduğum University of Houston'dan gelen cevap ve mektup ile beraber aslında birçok karışık duyguya, bilmediğim bir ortama ve sıfırdan başlamaya adım atacağımı biliyordum. Bir yandan doktora eğitimi yapacak, bir yandan araştırma görevlisi olarak çalışıp ekmeğimi kazanacaktım. Uzun süre uzak kaldığım konuları tekrar kolayca öğrenir, en baştan sosyal ayaşam ve arkadaş çevresi kurar, boş zamanlarımı oldukça rahat doldururdum. En azından böyle düşünüyordum.

Mektubun geldiği gün istifa etmemle başladı süreç. İşlerimi devretme işlemleri, lojmandan ayrılma, evde odamı toparlama, sağlık kontrolleri, yarım kalmış işlerimi tamamlama ve veda süreci ile ailemle tatil sonrasında bir anda kendimi Amerika'da buldum. Aslında oldukça şanslıydım ben: Sena zaten burada yaşıyordu. En azından bir süre kalabileceğim bir kapım, tanıdığım bir dostum vardı yanımda. 

Sayılı gün çabuk ve her şekilde geçer. Yolculuğun tarihi de geldi çattı. Arada sırada sevinç ve hüzün göz yaşları dökülüyordu aile içerisinde ama çok üzülmeye ne gerek var. haydi bakalım diyip bindik uçağa, uçtuk uçtuk (şimdilik 2 vesayet ve yaklaşık 16 saatte ancak gelinebiliyor Houston'a), Houston'a indik. Dediğim gibi şanslıydım, gidebileceğim bir adresim vardı, "Akşam bara gidelim, hadi bakalım" diyebileceğim bir arkadaş çevrem. E daha ne olsun zaten.

Buraya okul başlamadan 1 hafta önce geldim. Geçen hafta zaten oryantasyon ile geçti. Uzun zamandır bu kadar çok kağıt işi ile uğraşmadım sanırım. Okul eyalet-devlet üniversitesi, ama bazı konularda devlet dairesinden farksız. Dön baba dönüyorsun departmanlar arasında. Hemen merak edilen konuya gelelim: burası çöl değil. İstanbul'dan çok daha yeşil bir yer, havası İzmit'ten temiz olduğu gibi İstanbul'dan da çok temiz. Ama biraz sıcak ve nemli. Dışarı çıkılmaz değil, öldürücü değil ama bazen baygınlık geliyor adama. Terlemeyi ve bol su içmeyi göze alana bir şey yapmaz bence. Tek sıkıntı, her yer çok uzak, her bina çok büyük, yürü baba yürü bir yere varamıyorsun.

Geçen haftanın çoğu aslında ev bakma sıkıntısı ile geçti daha çok. Benim okula kabulum oldukça geç geldiği için iyi ve ucuz evlerin hepsi kapılmış. Okulun çevresi felaket bir mahalle. Ben kendime yediremeyordum ama kabul etmek lazım: gece bisikletle bile kampüs dışına çıkmam. Adamı kaparlar valla. O zaman geriye toplu taşıma ile okula varabileceğim ama bir yandan güzel yerlere de çok uzak olmayan, güvenli, temiz, içime sinen bir ev bulmak. Tabi bir de ucuz olsun. Kolay mı anam babam öyle her istediğinin olması. Çok fazl şeyi bir anda isteyince nedense hiçbir şey olmuyor. Üstüne bir de iyi lan her yer kapılmış, koca Houston'da kalacak ev kalmamış sanki. Geçen hafta resmen bu beyin işkencesi ile geçirdim hayatımı, bir de dediğim gibi oryantasyon. 

Bu hafta okulum başladı, okul derken açıklayalım. Bu dönem toplamda 10 saat ders alıyorum, 20 saat de ek olarak araştırma görevlisi olarak Makine Mühendisliği departmanında Dr. Franchek ve Dr. Grigoriadis için çalışacağım. Bana verecekleri araştırma konuları olacak, ben de araştıracağım. Konular daha çok makine mühendisliği'nde kontrol ve modelleme üzerine. Ellerinde birkaç proj var, sanırım benim görevlendirilmem haftaya başlayacak. Aslında bu hafta tatil gibi yani. Bunun dışında ders kayıtları, aman sınıf nerdeymiş derken koşturma tabi devam etti. Diğer doktora öğrencileri ile beraber çalıştığım bir oda ve bana ait bir masam var, ama o kadar soğuk ki oda, hani bildiğin RAKS ısıtıcı fan ile ayaklarımı ısıttım Fatima sağolsun. Biraz bilgi yığını ama bunu da söyliyim, aynı odayı Tunuslu ev İranlı doktora öğrencileri ile paylaşıyorum. Aralarında tatlı bir çekişme var. Aman bari Tunus-İran futbol maçı olmasa yakında. 

Okulun ilk günü- Sena beni arabayla götürdü sağolsun :)

Bu haftanın sonuna doğru yaklaşıyorum yavaş yavaş. Cuma günleri dersim yok. Ama derslere baya uzak kalmışım, unuttuğum ve eksik olduğum konular için baya çalışmam gerekiyor. Kardel ne zor işmiş aslında bunun başı. Kendimi İşler Güçler'deki Sadi Celil Cengiz gibi hissetmeye başladım. Ne güzel SSK'm vardı, maaşım vardı, BES'im vardı, motor KGS'm bile vardı. Çaktırmayalım öğrenci akbilim de.  Şimdi gene uğraş dur ödev, sınav, çalışma... Bir de üstüne öğrenci vizesi ileyiz iyi mi.. Okulu beceremesek sınır dışı edileceğiz. Durum bu kadar dramatik değil tabi ama geri dönüş olur umarım dökülen saçlarımın. :)

Artık sosyal hayatı da dengeleyeceğim yoksa Sena'dan ASOSYAL damgasını yemem yakındır. Akşama sanırım fırtınaya rağmen bara gideceğiz. (Fırtına yüzünden Louisiana'daki rafinerilerin çoğu kapandım, bu vesile ile Tüpraş'a selamlar). Ev konusunda eğer güzelse aşağıda ilanını verdiğim evi tutacağım. Hayırlısı valla, baş ağrılarıma değmez.


Şimdilik böyle durumum. Bundan sonra blog yazmaya hep devam.. Ev tutarsam fotolarını da koyarım. Sevgilerrr, selamlar...

Not: Tam şu anda bankamatik kartım geldi. Gelsin internetten alışveriş, gitsin paracıklar. Hadi bakalım :)

26 Nisan 2012 Perşembe

10 Şubat 2012 Cuma

Gezinin Devamı ve Tatlı Son

En son kayıtta Simi Adası'na yanaştığımızdan bahsetmiştim. Normalde Yunanistan topraklarına girmek için vize almanış olmanız, adalara günübirlil gitmek için de bir turla anlaşmış ve pasaportunuzu yanınızda bulundurmanız gerekmekte. Halbuki biz bu ikisi de olmadan hava muhalefeti nedeniyle Simi Adası'na yanaşmak zorunda kaldık. Aynı denizi paylaştığımız Yunan Polisi, hava muhalefeti görünce bize fazla zorluk çıkarmadı, ancak limandan ayrılmamamızı ve teknelerden fazla uzaklaşmamamızı tembihledi. Biz de Mert Yaşar'ın beş bardaktan yaptığı kızırı midemize indirip tıkandıktan sonra, yağmur eşliğinde yola çıkıp, 23-24 knot apazlı rüzgarda akşam seyri ile Bozburun'a giriş yaptık. Bozburun, korunaklı bir liman, önündeki adayı geçince temiz bir rüzgar ve sakin bir deniz ile karşılaşıp yelkenin keyfine vardırıyor.

Tekneleri demir atıp kıçtan kara bağladıktan sonra hemen keyif biramızı açıp yemek kargaşasına büründük. Yemekten sonra, Melih'in doğum günü nedeniyle bize ısmarladığı viskilerimizi yudumlayıp her yere ama hiçbir yere varmayan muhabetlerimize koyulduk. Gecenin sonunda herkes yağmur sesleri ile yankılanan teknesine koyulup, 15 TL'lik ısıtıcının verdiği dayanılmaz konforla derin bir uykuya daldı.
Bozburun'da çok güzel bir haber ile uyandık. Meğer bizim Mert Yaşar, Kıvanç'ın doğumu ile amca olmuş, Kıvanç'ın sağlıklı, başarılı, neşeli ve huzur dolu büyümesi dileklerimize karşılık olarak hepimize pasta almış. Pastayı mideye indirdikten sonra Faruk Kuşcan'ın motor dersi ile genç yelkencilerin teknik bilgilerini arttırdık. Faruk, söylemeden edemeyeceğim, benim motor makalemi de örnek alarak çok güzel hazırlanmış. Bugün Yiğit Can geziden ayrılıyor. Bu yüzden zoraki bir rotasyon yapıp tekneleri bölüyoruz, Yiğit Can'ın teknesine kaptan olarak Mert Yaşar geçiyor. Hava muhalefetinin olacağı düşüncesi ve akşam Bozukkale'de kalma ihtimalimiz (Bozukkale güneyli denizlere açık) bizi sıkı bir beyin fırtınasına sürüklüyor. En son karar: Bozburun'dan çık, eğer Bozukkale iyiyse oraya yanaşacağız ve sabah erkenden Marmaris'e geçeceğiz (7 saat yol), eğer Bozukkale'de konaklanamayacak gibiyse direk Marmaris'e geçeceğiz.

Motorumuzu basıp Bozburun'dan çıkıyoruz. Adaları daha geçmeden yelkenimizi bastık. Adayı iskelemizde bırakıp Alaburun'a doğru yola çıktığımızda dar apaz seyrine geçiyoruz. Rüzgar 15-16 knot. Bir noktadan sonra hava kafalıyor ve her orsa seyrinin çekilmez tasasına bürünüyoruz: kurtardık kurtaramadık. Ne yalan söyliyim, orsa gitmeyi (rüzgara karşı gitmeyi) pek sevmiyorum, benim sabır bir yerden sonra atıyor. Dalgaların büyüdüğünü gördükten sonra Bozukkale'de barınamayacağımızı, direk Marmaris'e geçeceğimizi düşündüğüm için ekibi üçer kişilik iki vardiyaya bölüyorum, benim ekip dinlenmeye geçiyor, diğer üç kişilik ekip navigasyon ve seyire devam ediyor. Bozukkale'ye yanaşan ekiplerden haber geliyor: Bozukkale süt liman. Olsun, vardiya antremanı yapmış olduk, aşağıdaki ekip de güzellik uykusunun tadını çıkardı. (Midesi biraz bulanmış olan Ezgi bunları okuyorsa heralde biraz sitem eder bana :) )

Bozukkale'ye çok sağlam bir demir atıp iskeleye kıçtan kara oluyoruz. Bende bir durgunluk var, sebebini anlayamadım, ama Ferit Hoca'nın peşinde Bozukkale'ye adını veren kaleye tırmanıyorum. Kaleye çıktığımızda karşımızda komşu Rodos, ışıklarını yakmış arada sırada göz kırpıyor. Ferit Hoca'nın çok güzel bir sözü oluyor tepede: "Ne zaman Ege'ye baksam, kendimi dünyanın merkezinde hissediyorum". Çok güzel bir söz, ama duygularını kendi bilimine göre nasıl açıklar bilemiyorum.


Aşağıya indiğimizde, şaraplarımızı yudumluyoruz. Yüksek enerjili, ilginç (!) insan Burak Dikmenoğlu, dans yarışması düzenliyor. Efe Can'ın Sergen Yalçın yorumları ve Özcan'ın lazer şovu ile dans yarışmasını alkışlarla iziyoruz. Nasıl olduysa herkes finale çıktı, final de gezi yemeğinde. Sabah 05.00'da yola çıkış var, benim teknede ise poker masası kurulmuş. Ortada yatan bir vatandaş olarak başka tekneye homur homur yollanıyorum. Tekneyi, bizim kızlara Fidan ve Dilara'ya bıraktım. Kıçımızı vurursak onlardan soracağım.

Sabah 04.45'te alarm zar zar çalıyor. O ne karanlık öyle. Bir de serin. Motora basıyorum ki kalksın herkes. Ama o da ne? Tekneyi leş götürmüş. Biraz gözler dönüyor bende. Projektör kayıp. Onu da bulunca yola çıkıyoruz. Hava karanlık ve etraf tonoz dolu olduğu için temkinliyiz. Rüzgar güneyli, 16-20 knot arası esiyor. Bozukkale'den herkes sıkıntısız çıktıktan sonra Bozukkale önündeki adadan kurtulana kadar motorla gidiyoruz. Sonra tek camadanli ana yelkenle orsaya giriyoruz. Deniz 1.5 m'lik kaba dalgalarla çalkalıyor içimizi dışımızı, ama benim tekne taş yese öğütür, kimsede tık yok. Son günün son seyiri diye herkes dışarıda, hep beraber güneşin şahane doğuşunu izliyoruz.


Saat 09.00 sularında süt kıtlamalı corn flakes kahvaltısı yaptıktan sonra bir bakıyoruz tekne fırçası denize düşmüş. 20 dakika yelkenle onu almak için uğraşıyoruz. Dön baba dön, fırça da hafif batıyor, bir türlü alamıyoruz. En sonunda dayanamıyoruz, mertliğe yedirip motoru basıp alıyoruz. Necati bu sırada kafayı birkaç kere dalgaya soktu tabi, az kaldı onu bırakıyorduk.

12 sularında Marmaris Boğazı açıklarında balonla Marmaris önlerine geliyoruz. Son gün, son seyir, son tekne konuşması. Ufak bir kritik yapıyoruz: kimse benden şikayetçi olmamış :) Artık arkamdan ne diyorlar bilemeyeceğim. Bence bol yelkenli, bol eğitimli bir gezi oldu. Umarım herkes benim kadar eğlenmiştir.

Limanın önünde yelkeni indirirken biraz içim buruluyor. Kim bilir bir daha ne zaman o denizlerde yelken açacağım. Mazotumuzu aldıktan sonra Netcel Marina'ya yanaşıyoruz. Çok şık bir yanaşma yapacaktım, eğer insanlar beni lafa tutmasaydı. Tek değil iki hamlede yanaştıktan sonra "Kısmet bir sonrakineymiş" diyorum.

Tekne kıyıya yanaşıp, genel pisliği atılıp, çantalar ortaya çıktıktan sonra Happy Hour Saturday'e başlıyoruz biralar ile. Biradan sonra hemen bir pide döner patlatıp duşa yönleniyoruz. Herkes temiz olmuş, kotlar giyilmiş, eller yüzler parlamış. Saat 18.00'de Bodrum'a giden servisimize kadar son muhabbetler, biralar, toplanmalar.

Serviste geyik aynen devam ediyor. Ben arada sırada uyukluyorum ama şöför bizden beter, arada sırada yoldan çıkmışız meğer. Bodrum havaalanında çantalarımızı veriyoruz uçağa. Uçakta ben gene pilot, daha kalkmadan uyuyorum, pise düşmemizle uyanıyorum. Son yürüyüşler biraz hüzünlü. Yavaş yavaş vedalaşmalar başlıyor. Bir haftadır 10 m2'de yaşadığım ekibim ile vedalaşıyorum. Mert Yaşar son arsızlık olarak çantamı alıp bantın üstündeki platforma atmış. Onu da aldıktan sonra vedalaşıyoruz, bir sonraki gezilere diyoruz.


Gezinin en sevmediğim kısmı dönüşü. Sonuna doğru yorulmuş olsam da, artık eve gidebilirim desem de meğer hazır değilmişim eve gelmeye. Oranın havası, sakinliği, güzelliği ve sadeliği burada hiç yok. Orada kullandığımız kadar zihnimizi burada hiç kullanmıyoruz. İzinlerin ve gezilerin en zor yanı bu aslında. Dönüşleri. Umuyorum ki kısa zamanda tekrar böyle bir şey yapacağım, tekrar yelken açacağım uzun uzun sevdiğim insanlarla. Onların anıları ile çoğalttığım denizleri, yeni anılarla derinleştireceğim. Bana bu güzel haftayı yaşatan herkesi tekrar tekrar aklıma getireceğim. Umarım.

2 Şubat 2012 Perşembe

Iste Simi...

Ve yagmur baslar

Hava bugun biraz kapali

Dun, bol balonlu ve antrenmanli bir seyir yaptiktan sonra Sogut Koyu'nun onunde demir atarak kicta kara olduk. Sahilin onu biraz sig oldugu icin tekneler karadan 2,5 metre acikta kaldi ve her bu durum goruldugunde oldugu gibi gene herkesin akli zodiacli konveyor icat etmek icin calismaya basladi.

Gun icinde ekip olarak farkli teknelere dagildigimiz icin aksam teknemizde bulusunca birbirimizi baya ozledigimi fark ettik. Dilara bize mercimekli bulguru bol bol pisirince saat 11 gibi rekor bir zamanda uyuya kaldik.

Sabah herkes deli dumrul gibi uyudugu icin hafif mayhoslukla uyandi. Hava biraz soguk ve kapali. Peynirli soganli yumurtadan sonra hafif bir yuruyus ile beraber yeni gunun ekipleri kuruldu. Saat 10.30 gibi demirimizi alarak rotamizi Nimos Adasi olarak belirledik. Aksam tekrar Bozburun'a donecegiz.

Disarida cok guzel bir hava var, balonla ufur ugur ucuyoruz. Herkes her gorevde kavanca antrenmani yapti. Unuyorum ki baska kaptanlar da benim ekibimi guzelce calistiriyor. Ogle yemeginde teknede ya makarna ya pilav var, hangisi daha bilmiyorum.

1 Şubat 2012 Çarşamba

Sakin Seyir

Dun aksam saat 17.00 gibi Selimiye'de Sardunya restaurantin iskelesine baglandik, tonoz aldik. Hava hafiftrn esmeye basladi. Caylarimizi demledikten sonra iskelede usuye usuye sohnet etmeye basladik. Aksam yemegimizi Sardunya'da yiyecegimiz icin herkes yemek hazirlamak yerine banyo keyfine koyuldu: restaurant bize oda acmisti iki tane. Yemekten once cici kiyafetlerimize burundukten sonra yavas yavas sofrada yerimizi almaya basladik. Ferit hoca ile turk ciftcisinin sorunlaribi cozerken rakilarimizi yudumladik, Lahosumuza koyulduk. Gece yarisina kadar devam eden sohbetten sonra teknelerimize cekildik.

Sabah 8 gibi kalktik. Hedefimizi Sogutkoy. Bugun rotasyona basliyoruz. Kaptanlar ve YK'lar sabit, diger ekipler ise onumizdeki gunlerde diger teknelere gececekler. Hava oldukca soguk ama gunesli, oglene dogru acacak ama aksam siddetli Guneyli ruzgar gelecek. Kahvaltimizi koy kiraathanesinde ettikten sonra Mert Yasar ile Ikbal, Alper, Cansin ve Melinda'yi alip yola koyulduk. Ilk once camadan calistik ama gerekmedigini gorunce full arma yolumuza koyulduk. Keyfli bir seyir ve bol balondan sonra Sogut onlerine geldik. Az sonra yanasma islemlerine baslayacagiz.

31 Ocak 2012 Salı

Yar(t)is Gunu



Dun Dirsekbuku'nde egitimi tamamladiktan sonra Bencik'e dogru yol almistik. Biraz ugrasmali bir demirleme sonrasi teknemizi yoklugun ortasinda agaclara bagladik. Gunun yorgunlugu Mert Yasar Tavsanci'nin kendini asarak yaptigi Danish Chicken ve pilav ile keyfimiz yerine geldi. Bizim tekne cok bogazci, normalde baska teknelerde pilav bitmezken bizim tekneden ilinci tura hic gecilmiyor.

Yemek sonrasinda egitimin bitis konusmasini yapmak uzere 27 kisi 8 metre kare Larimar'da bir kilo cekirdek esliginde toplandik. Gun icinde yapilanlari, genel hatalari ve daha iyi yapilabilecekleri tartistiktan tekneden disari tasiverdik. Bir tur alina kagit yapistirmaca be bir tur kizistirmali caki cevirme sonrasi Saphyre'in uykusu saat 01.00 gibi gelmisti bile. Bizden iki bucuk saat sonra tekneye gelen deniz kedisi ise biraz azari haketti.

Sabah Emre'nin pisirdigi az sucuklu salca ile taclandirdigi kahvalti ile sisli koyumuza merhaba dedik. Kahvalti sonrasi tekneyi topladiktan sonra hemen bit yaris rotasi cizdik.

Start hatti: Bencik koyu agzi
Finish hatti: Selimiye koyu agzi
Rota: Atabol cakari iskelede
Start saati: 10.50
Hakem: Mert Yasar Tavsanci
Yaris kokteyli: Saat 20.00da Sardunya Restaurant
Birincinin odulu: Bol miktarda itiraz ve sike iddiasi

Su anda yarista birinci gidiyoruz. Kaptanlar ve YK'lar yarista bir seye karismayacagi icin bana bugun yatis ve bulasik yikama gunu.

30 Ocak 2012 Pazartesi

Dirsekbuku'nde Egitim ve Deniz Keyfi

Sanirim dun en kisa mesafeyi en uzun surede gitme rekorunu kirdik. Data'dan Dirsekbuku'ne meredeyse yok havada yelken ile gittik, hic motor basmadan. Zaman zaman ayni noktanin etrafinda yarim saat dolastik, eski yelkencileri yurekten selamladik.

Dirsekbuku'de kicta kara olduktan sonra yrmek keyfimiz basladi. Dilara'nin pilavi ve Mert Yasar'in korili tavugundan sonra tekne olarak tekne tekne dolastik. Siki bir vampir katil oyunu, Ferit Hoca'larin sessizligi e YigitCan'larin arabeski sonrasi 02.00 gibi uykuya gectik.

Ertesi sabah hafif yagmur eskiginde kahvaltimizi etmeden once Dirsekbuku'nun bekcisi ile konustuk biraz. Amca 80 yaslarinda, kislari orada kalan ve bircok deniz hikayesi olan eski denizcilerden. Bozburunlulari pek sevmiyor kendisi.

Kahvalti sonrasi 4 saat boyunca demirleme yanasma calismasi yapti genc arkadaslar, kaptanlar karada tonoz alip verme, kic ipi baglama gibi zor isler yaparken. Her sey cok iyi gidiyordu ki benim teknem son yanasma esnasinda paldir Kuldir tonoz ipini pervaneye dolari. 15 derece dis sicaklik, 15 derece suda 25 dakka ugrastiktan sonra ipi zar zur cikardim dolastigi yerden (kendimi kahraman ilan edeyim hemen Muhittin Hoca nin denizde yaptigi fizibilite calismasini atlamadan)

Simdi Bencik'e dogru motor seyri yapaiyoruz. Aksam demir atip kayalara kictan baglanacagiz. Hicbir isigin olmadigi Bencik'te umuyorum ki gokyuzu biraz bulutlarini aralayip bize milyonlarca yildizinin isigini verecek.

29 Ocak 2012 Pazar

Datca-Dirsekbuku

Uzun bir gece seyrinden sonra gece 01.30'da Datca limanina baglandik. Simi Adasi'ndan sonra yakaladigimiz ruzgar bizi Datca'ya kadar tasimis, yelkene olan acligimizi bir miktar dindirmisti.

Datca'ya girerken dikkatli olmakta fayda var, liman haritada net olarak gosterilmedigi gibi limanin zayif giris isiklari, arkadaki sokak isiklarina karisiyor. Limanda derinlik genelde 4-5 metre arasinda, zemin oldukca rahat demir tutuyor. Biz de demirimizi atip tekneyi topladiktan sonra ikinci aksam yemegimize koyulduk: makarna. İlk aksam yemegimiz mukemmel oldugu icin (sebzeli, kremali tavuk) ikinci aksam yemegimiz daha cok gece yarisi atistirmasi oldu.

Yemekten sonra uykuya fazla direnemedik, ama bir onceki gece isiticiyi calistirmadigimizdan herkes oyle cok usumus ki isiticisiz uyumama karari alindi. Tekneye elektrigi baglamaya calisirken kablonun 2 metre kisa oldugunu fark edip, tek care olarak cikip 4 metre yana demirlemeyi goze aldik. Ugraslarimiz meyvesini verdi: sabaha kadar deliksiz uyku, sicacik kamaralar ve capak dolu gozler.

Sabah erkenden Emre ve Fidan'in da bize katilmasiyla (kar nedeniyle 24 saatlik yolculuktan sonra) kahvaltimizi hazirlayip, yumurtalari mideye indirdik.

Saat 12.00 gibi limandan ayrilip Dirsekbuku hedefiyle yola ciktik. Su anda 8-10 knot hava ve bol kavancali balin seyriyle yol aliyoruz. Bugun GPS tamamen kapali, motor da sadece yanasmak icin kullanilacak, hava tamamen kalsa dahi.

28 Ocak 2012 Cumartesi

Yelken deyince...

Simdi iceride uyukluyorum. Daha dogrusu saat 21-24 vardiyama cikmadan once, aklima gelenler yuzunden uyuyamiyorum. Uzun zamandir denize cikmamak nedeniyle hafizamin arkalarina tasinmis olan her sey teker teker canlaniyor. Semih Pinar Sena uclusu ile gece balon seyirli Bozburun'a girmemiz, İpek Bahceci ile her daim iskotalari kopan ve dalgalarda dayak yiyen 393umuz, en kotu denizlerde Bozukkale'ye varmamiz, sabaha kadar uyumadan gecirdigimiz asagi yarisi geceleri, Pinar'in 47 knot ruzgara tutulmus Lapina'si, Sezin'in dogum gunu pastalari ve sabah yuzmeleri, Efe Can'in uyku tulumu cantasina canini cikarmasi, Faruk'un garip dumen pozisyonu, Ugur'un kamerasi, Neslihan'in "ya artik yarisi biraksak mi mete?" dedikten sora "yok artik" diye hep vazgecmesi, İrmak'in direk danslari, Dicle'nin sarildigi vardevelalar, Emre'nin komodorlugu, Yigit'in D2'si, sarap sofralari, raki sofralari ve hep paylastigimiz bir tencere bir tava yemeklerimiz.

Ne cok sey serpmisiz meger bu denizlere, ne cok dagilmisiz her tanesine. Bu saydiklarimin cogu ve daha fazlasi simdi coook uzaklarda olsa da biliyorum ki her denize baktiklarindan bir sekilde beni hatirliyor, cunku ben hicbirini hic unutmuyorum.

Son durumumuz: Ala Burun'u gectik, iskelemizde Simi Adasi, iki saat sonra batiya donup Datca yoluna uzanacagiz. Hava az, serin, ana yelken motor devam ediyoruz. Aksamin ilk yemeginde patatesli, soganli kremali tavuk vardi.

Gece seyri nasil mi oluyor?